RESMİ TDK'NİN BİLİMSEL ÖLÇÜTLERİ...

            8 Haziran 2008 Pazar günü Kanal B’de, Doç. Dr. Yakup Çelik’in hazırlayıp sunduğu “Eğitime Yolculuk” adlı izlenceye katıldım; TDK Başkanı Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın’la birlikte.

            Doç. Çelik’in soruları doğrultusunda yazım sorunlarını, TDK ile Dil Derneği’nin Yazım Kılavuzları arasındaki benzerlikleri, ayrılıkları konuştuk.

            Bilindiği gibi, Atatürk’ün Türk Dil Kurumu yasa zoruyla kapatıldıktan sonra Başbakanlığa bağlı bir devlet kurumuna dönüştürülen bugünkü Türk Dil Kurumu, 1985’te Prof. Hasan Eren’in adını taşıyan bir “İmlâ Kılavuzu” çıkararak yazan çizen herkesi, özellikle öğretmen ve öğrencileri sıkıntıya sokmuştu. Yapıtın adından başlayarak kurallarda da eskiye dönüş, eski yazının imlerini diriltmek söz konusuydu. 1932- 83 arasında hep kurullarca hazırlanan ve bütün ülkenin tek kaynağı olan kılavuz, bu kez “bir kişi”nin imzası ve öznel görüşleriyle çıkmış ve ortalığı karıştırmıştı. Neredeyse bütün yazım kuralları bozulmuştu.

Prof. Akalın, yukarıda andığım TV izlencesinde, 1983’ten önce 11 kez basılan Yazım Kılavuzunun, bugün 24. baskıya ulaştığını söyledi. Bu anlatımdan çıkardığımız şuydu: Resmi TDK, artık eski TDK’nin bütün ürünlerini sahiplenmiş görünüyordu. İzlencede süre kısıtlı olduğu için doğallıkla her şeyi enine boyuna konuşamadık.

Sayın Akalın’ın unuttuğu şuydu: 1983’ten önceki kılavuzların hiçbirinin kapağında tek bir kişinin adı yoktu; kılavuzlar ortak aklın, emeğin ürünüydü. Prof. Hasan Eren’in kılavuzu, yalnız yazım birliğini bozmakla kalmamış, ölçünlü dile büyük zarar vermişti. Öte yandan kendisi, Atatürk’ün kurumu kapatılmadan önce zaman zaman Türkçe Sözlük ve Yazım Kılavuzlarının hazırlayıcıları içinde yer almış, dahası bu yapıtların denetlenmesini üstlenmiş bir kişiydi.  Kendi adıyla yayımladığı kılavuzdaki görüşlerini, 1983’e dek içinde saklamış, kapatılmasından kısa bir süre önce bir dosya ile kuruma bildirmişti.

İşte o dosya, 1985’te ülkenin yazım birliğini yerle bir eden kılavuz olarak karşımıza çıktı. Yazım birliğini çökerten bu kılavuz hangi amaçla hazırlanmıştı; bir insan, hem de bilimci sanı taşıyan biri, kendi diline bu denli zarar vermeyi nasıl düşünmüş, nasıl uygulamaya koymuştu; bu sorular, hâlâ merak konusudur.

Darbe yasasıyla TDK’yi ele geçiren anlayış, “İmlâ Kılavuzu”yla ilk işareti vermiş, TDK’nin 1983’e dek, 51 yıl boyunca yaptığı her şeyi, toplumda yarattığı imgeyi işte böyle yerle bir edeceğiz demek mi istemişti? Nitekim kılavuzun arkasından gelen 1989 baskılı Türkçe Sözlük de bu savımızı güçlendirdi; sözlüğün 2005 baskısı ise kuşkularımızı iyice yoğunlaştırdı.

Çeyrek yüzyıldır yaşananları sayıp dökecek değilim; ama resmi TDK, her şeye karşın içinden geçirdiklerinin çoğunu yaşama geçirememiştir. “İmlâ Kılavuzu”yla başlayan geriye dönüş eylemi büyük bir tepki almış ve resmi TDK yanlışlarının bir kısmını düzeltmek zorunda kalmıştır.

*

Sayın Akalın, yedi yıldır TDK Başkanıdır; 1985’ten sonra 12 kez “İmlâ Kılavuzu” adıyla, 1 kez Yazım Kılavuzu adıyla basılan yapıtın her yeni baskısında sessiz sedasız, yazım kargaşasını daha da derinleştiren değişiklikler yapıldığını yüksek sesle söylememektedir. Kılavuzun adının zaman zaman “imla, yazım (imla)” gibi değişiklikler geçirdiğini söylerken de yanılmaktadır. Yapıtın adı, zaman zaman değil, dilbilimsel çalışmalar ve Türkçeleştirme eylemi yoğunlaştıkça, birikimlerimiz çoğaldıkça aşama aşama değişmiştir. Bu akış şöyle olmuştur:

Atatürk’ün Türk Dil Kurumu, “Dil Encümeni”nin1928’de yayımladığı “İmlâ Lügati”ni 13 yıl kullanmış; yapıt 1941’de “İmlâ Kılavuzu” adını alarak 1965’e dek yedi kez; 1965’te “Yeni İmlâ Kılavuzu” adıyla 1970’e dek dört kez; 1970’te “Yeni Yazım (İmlâ) Kılavuzu” adıyla iki kez basılmıştır. Yapıtın adındaki “imla” sözcüğü 1973 baskısıyla kalkmış, “Yeni Yazım Kılavuzu”, bu adla beş kez basılmış ve 1981’de de 11. baskısı yapılmıştır. Yerleşmiş kuralları hiçbir zaman değiştirilmeyen kılavuzun tıpkıbasımları, toplumu yanıltmamak için baskı sayılarına eklenmemiştir.

Türkçenin akışı ve yazım birliği açısından 1941, 1965 ve 1977 baskılarını, geçmişe kara çalmak kaygısı gütmeden, bilimsel akıl ve tavırla, önyargısız olarak dürüstçe değerlendirmek gerekir.

*

Yaşam akıyor; yaşamımıza her gün yeni bir şeyler katılıyor; her yeni şey, yeni bir sözcük, yeni bir terim, yeni bir kavram demektir. Dile yeni kavramlar katılırken dile ilişkin birikim ve deneyimlerimiz de artıyor. Bu nedenle Türkiye Türkçesine ilişkin çalışmalarımız yoğunlaştıkça, yazım kurallarının da sık sık değil, belli aralıklarla ele alınması, yerleşmiş kurallara dokunmadan, yeni sorunların çözülmesi gerekir. Başka bilim dallarında da böyledir; ne tıp, ne hukuk, ne mühendislik, ne başka bilim dalları; hiçbiri yerinde durmuyor. Çünkü insan beyni, buzdolabına atılmış bir et parçası değildir; sürekli yeni bir şeyler buluyor, üretiyor.  

1941 kılavuzu 1928’dekinin, 1965 kılavuzu 1941’dekinin, 1977 kılavuzu 1965’tekinin değiştirilmiş değil, geliştirilmiş biçimidir.Aradaki baskılarda, uygulayıcılardan gelen eleştiri ve öneriler doğrultusunda kuralların anlaşılmasını kolaylaştırma, dizine yeni sözcükleri ekleme dışında hiçbir köklü değişiklik yapılmamıştır.

1965 kılavuzuna Ömer Asım Aksoy’un yazdığı uzun açıklama, yazım birliğinin önemini ve dilin “gelişerek” akışını kavramayan, konuya önyargılı yaklaşanlar için bugün de esaslı dersler içermektedir.

1977 kılavuzu, resmi TDK’nin belirttiği gibi birkaç kişilik bir kurul tarafından değil, 3 gün süren ve yazımla ilgili her kesimin (uzmanların, bilimcilerin) görüş, öneri ve sıkıntılarının tartışıldığı bir kurultayda çıkan sonuçların uzmanlarca değerlendirilmesiyle hazırlanmıştır. 1965 -77 arasındaki 12 yılda edindiğimiz deneyim ve birikimin ışığında da Yeni Yazım Kılavuzunun 9. baskısı yapılmıştır.

Bu nedenle hiç kimse, 1983 öncesindeki Yazım Kılavuzlarında zırt pırt kural değiştirildiğini söyleyemez; söyleyende de iyi niyet aranmaz. Aranmamalıdır. Resmi TDK, Prof. Eren’in bireysel görüşlerini içeren 1985 baskılı kılavuzun açtığı yaraları henüz saramamıştır. Sayın Akalın’ın söylediklerine bakılırsa, yaralar bir süre daha açıkta kalacaktır.

*

1985 kılavuzunda neler yapılmıştı; anımsayalım:

Koskoca bir dil profesörü, nispet î’si taşımayan sözcüklere, bu imi gelişigüzel savurmuştu. Bu im;  “asî, canî, fanî, sakî, sarî, mer’î, tedaî…” gibi sözcüklerde yanlış olarak kullanılmış; bizlerin uyarısıyla yapıtın 2. baskısında kimi sözcüklerden kaldırılmış, kiminde de unutulmuştu.

Bu im, eski TDK’nin 1977 ve sonradan Dil Derneği kılavuzlarında işte bu nedenle kaldırılmıştır; dil profesörleri bile nispet î’sini, Arapça sözcüklerin sonundaki “i” ile karıştırabiliyorsa, çokları “asi” sözcüğünü nispet “i’si varmış gibi uzatarak yanlış okuyorsa, başkaları ne yapmaz? Ayrıca Sayın Akalın’ın da TV’de söylediği gibi, “Artık bilimsel varken, ilmî demek gereksiz değil mi?”

Tümce içinde geçen “askeri” sözcüğünün, “Türk askeri” mi yoksa “askersel” bir durum, oluşum mu olduğunu kim anlamaz? Konuşma eğitimi verilmeyen bir ülkede işaretlerden umar aramak doğru mudur? “Bilimsel”i yeğleyeceğimize göre, demek ki 1977 kılavuzu gibi, Dil Derneği’ni de zaman doğrulamıştır. Söyleyiş yanlışlarını önlemek için, bir zamanlar birilerinin düşman ilan ettiği güzelim “-sal/-sel” ekimize işlerlik kazandırmak, Arapçanın bir kuralını savunmaktan daha yararlı değil mi?

*

Prof. Eren’in, “an’ane, cem’an, kat’iyen, kıt’a, sür’at, san’at…” gibi onlarca sözcüğe ektiği kesme imi (‘) de tutmamış, ne ki bu yolla yazımda ikilik yaratılmış, bu kullanımdan da sonraki baskılarda vazgeçilmiştir. Bu yapılanların neresinde bilimsellik aranmalı?

Yine resmi TDK 1985 baskısıyla sonrakilerde düzeltme imini (^) avuç avuç savurmuş, zamanla savurduğu şapkaları bir bir toplamış, “ahlâk, billûr, evlât, felâket, hilâl, ilâç, ilân, ilâve, iflâs, ihtilâl, istiklâl, kelâm, lâkin, lâle, lâzım, mahlâs, selâm, üslûp, klâsik, lâhana, lâik, lâmba, Lâtin, melânkoli, plâk, plâj, plân, reklâm…” gibi sözcükler rahatlamıştır.

Resmi TDK (nispet î’si dışında), düzeltme iminin kullanımında artık Dil Derneği ile aynı yolu tutmuştur. Çeyrek yüzyıllık eleştirilerimize kulak veren resmi TDK’nin olumlu adımlar atmaya başladığını düşünmek istiyoruz; ama iş, bileşik sözcüklere geldiğinde çatallaşıyor.

*

            2005 Eylülünde yayımlanan “Yazım Kılavuzu”nun önsözünde “(…)1985 baskılı İmlâ Kılavuzu, olumsuzlukları gideremediği gibi yazımda yeni tartışmalara da yol açmıştır” denilmektedir. Resmi TDK’nin de kabul ettiği bu olumsuzluklar, özellikle bileşik sözcüklerde sürüp gitmektedir.

             Yapıtın 1985 baskısında “ilkokul, arapsaçı, genelkurmay, radyoevi, Gaziantep…” gibi yüzlerce bileşik sözcük hiçbir açıklama yapılmadan ayrılmıştır. Dil Derneği’nin zamanın Milli Eğitim Bakanına anımsattığı yanlışların bir kısmı, bakanlık genelgesiyle düzeltilmiştir.

            Bileşik sözcükler, Türkçenin en işlek sözcük üretme yollarından biridir. Bu nedenle Dil Devrimi karşıtlarınca bu yol kapatılmak istenebilir. Türkçenin bileşik sözcük yapma kuralları 1965’te belirginleşmiş, daha sonra olgunlaştırılmış, dilimize yüzlerce yeni sözcük ve terim; dolayısıyla düşünme, üretme alanımızı genişleten yepyeni kavramlar bu yolla kazandırılmıştır. Ancak resmi TDK’ce yayımlanan Yazım Kılavuzunun 24. baskısında da bileşiklere ilişkin olarak bütün dilcileri şaşırtan, örneklerle çelişen tanım ve açıklamalar sürmektedir. Yazım Kılavuzunda “BİRLEŞİK KELİMELERİN YAZILIŞI” büyük başlığı altındaki açıklamalarla verilen örnekler arasındaki çelişkiyi çözmekte zorlanıyoruz:

             Belirtisiz isim tamlamaları, sıfat tamlamaları, isnat grupları, birleşik fiiller, ikilemeler, kısaltma grupları ve kalıplaşmış çekimli fiillerden oluşan ifadeler, yeni bir kavramı karşıladıklarında birleşik kelime olurlar:yer çekimi, hanımeli, ses bilgisi, beyaz peynir, açıkgöz, toplu iğne, eli açık, sırtı pek, söz etmek, gelebilmek…” gibi bir açıklama ile örnekler arasında dilbilgisel açıdan bir tutarlılık yoktur.

            1965’ten bu yana yerleşmiş olan “bileşik sözcük” terimi de tıpkı “yazım” gibi bir yana atılmakta; Birleşik kelimeler belirli kurallar çerçevesinde bitişik ve ayrı olarak yazılır”gibi dilbilimsel açıdan hiçbir anlam taşımayan bir açıklamanın arkasından, iki ayrı başlık altında, “Bitişik Yazılan Birleşik Kelimeler” ve “Ayrı Yazılan Birleşik Kelimeler”e ilişkin tanım ve örnekler sıralanmaktadır.

            “Bitişik Yazılan Birleşik Kelimeler” ile “Ayrı Yazılan Birleşik Kelimeler” ne demektir?

*

            2005 kılavuzundaki şu bileşikler, kılavuzun önceki baskılarında ayrı yazılıyordu: “alt yapı, Ayşe kadın,  bakım evi, baş hekim, biçer döver, bilir kişi, Çerkez tavuğu, genel kurmay, gök kuşağı, ilk okul, ilk bahar,  kitap evi, kuş başı, kör ebe, radyo evi, sivri sinek, son bahar, soy adı, uluslar arası, yayın evi, zeytin yağı …” gibi.Muştu verelim; bu bileşiklerin çoğu kurtuldu.

Bunlara benzer yüzlerce yanlış örnek yapıtın 24. baskısında da barınmaktadır; örneğin, “Acem lalesi, acı badem, Arap sabunu,  Antep fıstığı, at kestanesi, at sineği, azı dişi, badem şekeri, badem yağı, balık yağı, bal rengi, büyük anne, can eriği, çam fıstığı, çam sakızı, çavuş üzümü …”

Ayrı yazılan bileşik sözcükler, “masa örtüsü, yemek masası, kol saati, takma kirpik…” gibi tamlamalarla birlikte sıralanmıştır. Kılavuz; kullanıcıları, özellikle öğretmenleri bu yanlış örnekler ve bilimsellikten uzak tanımlarla açıkça yanlışa sürüklemektedir. Resmi TDK kılavuzuna göre hiçbir öğretmen tamlama ile bileşik sözcük ayrımını;örneğin “kapı kolu” ile “arapsaçı” arasındaki farkı öğretemez.

Öte yandan “ayrı yazılan birleşik kelimeler”e benzeyen ve kuruluşları aynı olan, “acemborusu, aslanağzı, baklaçiçeği, balköpüğü, camgöbeği, canevi, çayırsedefi, çobançantası, danaburnu, devetüyü, fildişi, gelinfeneri, gelinparmağı, gülkurusu, güvercinboynu, katırtırnağı, kazayağı, kavuniçi, kazboku, kızılşap, kızılkanat, kuşyemi, narçiçeği, ördekbaşı, ördekgagası, tavşanağzı, tavşankanı, turnagözü, vapurdumanı, venüsçarığı, vişneçürüğü, yavruağzı…” gibi bileşiklerle öncekiler arasında ne fark vardır; bulana selam olsun!  Resmi TDK kendisi bile bulamaz!

            Bu sözcükleri bir yıl önce bileşik yazan ders kitabı yazarları, soru hazırlayan kurullar, bir yıl sonra neyin bileşik, neyin ayrı olduğunu kestirememektedir. Nitekim bu tavır yüzünden sorun yaşayan kitap yazarları ve öğrencilerin durumu bilgimiz içindedir.

             “Acemborusu” gibi bir bitki adı bileşikken “Acem lalesi” denilen bitki adı ayrı yazılabilmekte, dahası “Acem lalesi”nin öteki adı “güneştopu” ise bileşik gösterilmektedir. Aynı bitkinin iki ayrı adı, iki ayrı yazımla nasıl verilir? Yine “baklaçiçeği, balköpüğü, camgöbeği, devetüyü” gibi bileşikler önceki baskılarda hangi mantıkla ayrılmış, 24. baskıda hangi mantıkla bileştirilmiştir? “Arap rakamları, arap sabunu, Arap tavşanı” ayrı yazılırken, “arapsaçı” niçin bileşiktir? “Arap” sözcüğü, niçin kimi yerde küçük harfle yazılmaktadır?

            *

TV izlencesinde Sayın Akalın’a, kimbilir kaçıncı kez bunları sordum: “Ayrı Yazılan Birleşik Kelimeler” ne demektir? Ayrı yazılıyorsa, niçin “birleşik kelimedir” diye… Bunun bilimsel ölçütü nedir, diye… Türkçenin ses, biçim, anlam özelliklerini tersyüz eden bu uygulamanın bir mantığı var mı, diye…

            Mantıksızlığın açıklaması olur mu? Ancak Sayın Akalın ilginç açıklamalar yaptı: “Arap sabunu”ndaki sabun, anlam değişikliği içermiyormuş; bileşik sözcüklerdeki ölçüt buymuş? Sözcüklerden biri kendi anlamını koruyorsa, bunu ayrı yazmak gerekirmiş… Örneğin, “arnavutciğeri”ndeki “Arnavut” böyle değilmiş…  Peki, “Arap sabunu”ndaki Arap mı anlamını yitirmiş? Arap niye büyük yazılıyor; herhalde son zamanlarda artan Arap hayranlığından değil! Ne olur, “arnavutciğeri” yazımı ile “arapsabunu” arasındaki farkı, biri bize anlatsın! Peki, “Arnavut kaldırımı”na ne diyeceğiz, bu niye ayrı?

Sayın Akalın’ın açıklamalarını, biz değil,  2005 kılavuzunun örnekleri çürütüyor. Resmi TDK’nin bileşik sözcük nedir, ne değildir; biraz ders çalışması gerekiyor.

            Resmi TDK, 2005 kılavuzundan önce “hane” ile yapılan bileşikleri ayırmıyor; “ev”le yapılanları, “yayın evi, kitap evi, radyo evi…” diye ayrı yazıyordu. Şimdi bileşik yazıyor. Sayın Akalın, bir açıkoturumda bunları da “arapsaçı” ile “Arap sabunu” gibi savunuyordu. E, şimdi “bilimsel ölçüt” olarak sunduğu açıklamasını kendisi yadsımış olmuyor mu?

Demek ki resmi TDK’de bilimsel değil, bireysel ölçütler geçerli…

            Yaklaşık 40 yıldır bu işlerin içindeyim; ne böyle bir ölçüt duydum, ne de böyle bir açıklama…

            *

            Bir TV izlencesinde söylediklerimi de söyleyemediklerimi de paylaşmak istedim. Dilseverlerin daha titiz ve tepkili olması, zamanın alıp götürdüğü doğruları sahiplenmesi için… Yukarıdaki açıklamalar, dilin devlet eliyle bozulduğunun göstergesi değil mi? Sayın Akalın, Başbakanlığa bağlı bir kurumun başkanıdır; her eylemi, her sözü, bütün devlet kurumlarını etkiler. Nitekim resmi TDK’nin yanlışları, MEB eliyle yaygınlaştırılmaktadır. Ben de kamu yararına çalışan bir derneği temsil ediyorum. Bilimsel dayanağı olmayan hiçbir sözün, eylemin içinde ya da arkasında olamam; olmadım da! Hiçbirimiz bilimsel aklın dışına çıkamayız!

            Resmi TDK ile görüş ayrılıklarımızı duygusal bulanlara duyurulur!

SEVGİ ÖZEL