AnaSayfa Kuruluş: 22 Nisan 1987
Dil Derneği, Bakanlar Kurulunun 24.07.2002 tarih ve 2002-4812 sayılı kararı ile kamu yararına çalışan dernektir.
 
TBMM Araştırma Komisyonu Tutanağı

      Dil Derneği'nin TBMM’de kurulan “Türkçedeki Bozulma ve Yabancılaşmanın Araştırılması, Türkçenin Korunması ve Etkin Kullanımı İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu”na sunduğu bilgilendirme dosyası, "Kamuoyunun Dikkatine" köşemizde "TBMM'de Görüşlerimizi Açıkladık" başlığı altında yer almaktadır.

      2 Nisan 2007'de başkanımız Sevgi Özel'i dinleyen komisyonun tutanağı, aylık yayınımız Çağdaş Türk Dilinin Temmuz 2007'deki Dil Devrimi Özel Sayısında, Sevgi Özel'in "Dil Devriminin 75. Yılında, Bakın Türkçe Nasıl Korunuyor" başlıklı yazısında yer aldı. Tutanağı, Sevgi Özel'in yazısıyla birlikte aşağıda yayımlıyoruz.


DİL DEVRİMİNİN 75. YILINDA, BAKIN TÜRKÇE NASIL KORUNUYOR
Sevgi Özel

      Ben, Türkçenin müziğini ilkin ilkokul öğretmenim Münevver Hanımın ağzından duydum. Altı çocuk annesi olmasına karşın, bizleri kendi çocuklarından ayırmayan öğretmenimi saygıyla anıyorum. Çok güzel konuşurdu, ondan çok etkilenmiş olmalıyız ki ilkin “kapı”ya “gapı”, “karpuz”a “garpız” diyen ailelerimizin dili de bizimle birlikte değişti. Yıllar sonra düşündüm. Bir cumhuriyet öğretmeni olan Münevver Hanım gibi konuşmaya çalışmamı, saçımı, giysilerimi onun kızına benzetme çabalarımı… Karşımdaki, bir sözcüğü yanlış kullandığında hemen atılıp düzeltişim de belki bu öğretmenimden bulaşan bir alışkanlık… Sonra Ankara’ya taşındık. Münevver Öğretmenin yerini ortaokuldaki Türkçe öğretmenim aldı. İlk kez ondan duyduk, Atatürk’ün dilde devrim yaptığını… Bu devrimin anlamını, önemini… İyi ki erken duymuş, erken kavramışız. Çünkü onun öğrettiği her şeyi yadsıyan, yeni sözcüklerle alay eden bir edebiyat öğretmeniyle tanışacaktık lisede. Okuduğumuz şairlerle, yazarlarla eğlenirdi. O bizimle, biz onunla eğlenirken, yıl sonu gelmiş, delikanlılığımızla bulmuştuk onun içtenliksiz biri olduğunu. Sonra DTCF’nin Türk Dili Bölümü… Bir yarıyıl Türk Dil Kurumu’nu öven, bir yarıyıl TDK’ye ateş püsküren hocalarımız oldu. Fakültenin sonuna doğru iyice anlamıştık, bu kişilerin TDK ile niye uğraştığını. Sonra TDK’deki çalışma yıllarım. Adlarını kitaplardan bildiğim saygın bilimcilerle, yazarlarla tanışma… Kimisiyle iş arkadaşı olmanın övüncünü taşıma…
      Bu küçük giriş, Dil Devrimine bilinçle sahip çıkma yaşımı anlatmıştır sanırım. Fakülte yıllarımı da katarsam, yaklaşık 40 yıldır, bu ülkenin insanlarının bir bölümünün neden Dil Devrimiyle yenileşen Türkçeyi sevmediğini anlamaya çalışıyorum. Dil Devriminin 75. yılına geldiğimize göre benim çabalarım da devrim yıllarının yarınızı kapsıyor. Sonra ustalarımı düşünüyorum. Ömer Asım Aksoy’u, Cahit Külebi’yi, kısa bir süre tanıdığım Agâh Sırrı’yı, Dilâçar’ı, yapıtlarından tanıdığım Nurullah Ataç’ı… Işıklar içinde yattığını bildiğim onlarca yazar ve bilimciyi… Birlikte yürüme onuruna eriştiğim Şerafettin Turan’ı, Emin Özdemir’i, Ali Püsküllüoğlu’nu ve nicelerini…
      Şu düşünce hiç usumdan çıkmıyor; insanların Dil Devrimiyle yenileşen Türkçeyi neden sevmediğini anlamaya çalışmakla tüketilen zamanı geri getirmek olanaksız. Ancak verilen savaşımın önemi, değeri burada. Son çeyrek yüzyılda neler oldu, neler yaşandı? Yaşananlar bireysel kimliklerimizi, konumlarımızı olduğundan çok, ülke çıkarlarını, ulusal kimliğimizi yaralamaya yönelikti.
      Haziran başında bir TV’de 5. Uluslararası Türkçe Olimpiyatlarının ödül törenlerini izledim. İzleyiciler arasında kimler yok ki… Ünlü şairler, yazarlar, pop şarkıcıları, sinema ve tiyatro oyuncuları… TBMM Başkanı, Milli Eğitim Bakanı, eski yeni bakanlar, milletvekilleri, bir partinin ve eski İstanbul Belediye Başkanı ile İstanbul’un bir semtinin bir ara CHP Genel Başkan adayı olan belediye başkanı… Elbette resmi TDK’nin Başkanı ve profesörler… Hepsinin gözleri nemli…
      Bu olimpiyatlar, ABD’den ülkemize gelemeyen ama sevenleri onun ayağına giden bir “Türk”, bağışlayın “din büyüğü”nün öncülüğünde düzenleniyor. Beş anakarada yüz ülkede kurulan okullarda “sözümona gönüllü” öğretmenler, başka ulusların çocuklarına sözümona Türkçe öğretiyorlar. Bunda ne var diyecek olanların, bu yayını izlemesi gerekirdi. Çünkü küçücük çocuklardan delikanlılığa adım atmış olanlara dek yüz ülkeden 550 çocuk, epeydir Türkiye’de konukmuş. Bu çocukları getirenlerle birlikte yüzlerce kişi ülkemizdeymiş. İstanbul Gösteri Merkezi ağzına dek dolu, yabancı çocuklar şiir okuyor, şarkı söylüyorlar. Hayır, gözleri nemli, sesleri titrek iki oyuncunun sunumuyla “canlı performans” yapıyorlar. İşin “şov” kısmında göstermelik şarkılar, türküler var… “Şov” bölümünde izleyiciler coşuyor; ama asıl coşma “peygamber efendimiz” ya da yurtdışında ölen, “ilk atlı”lardan sayılan bir “akıncı beyleri” için okunan şiirler sırasında coşku doruğa çıkıyor. “Olimpiyat”larda şiir okuyan, şarkı söyleyen gençlerden önce, kimi kişi ve kurumlara da ödüller sunuluyor. Doğrusu, ilk gün “bu kutlu” etkinliğe övgüler düzen resmi TDK Başkanını atlasalardı, onun adına üzülürdük; çünkü resmi TDK bu olimpiyatlar için epey ter dökmüşe benziyor. Neyse ki TDK Başkanına da “Ali Şir Nevai” ödülü sunuluyor. Bilgisunar sayfasına “Atatürk’ün kurumu olduğunu” yazan TDK’nin unutulmaması içimizi ferahlatıyor. (Keşke Sayın Başkanın burada yaptığı konuşmayı yayımlasalar… Keşke “Atatürk’ün kurumu” olduğunu savlayan resmi TDK’nin bu olimpiyatlara ne gibi katkı verdiğini öğrensek…)
      Ödül alanların değil de ödülü verenlerin kimisi açıkça, kimisi de üstü kapalı ABD’ye selam yolluyor; gözyaşları arasında “minnet, şükran” sunuyor. Her konuşan salonu duygulandırıyor; izleyen kadınlar, omuzlarına dek inen örtülerin ucuyla gözlerini kuruluyor. Etkinliğin “ana sponsoru” olan kurumun temsilcisini sık sık hıçkırırken gösteriyor kamera. TBMM Başkanı ve “muhterem hanımefendileri” ayrı ayrı sahneye çıkıp salonu alkışa ve gözyaşına boğuyorlar. TBMM Başkanı, kimi çocuklara “TBMM özel ödülü” sunuyor. Böylece TBMM de bu etkinliğin içine bütün görkemiyle yerleştiriliyor.
      Türkçenin başını gözünü yaran kadın sunucu ile salondaki büyüklerin bile anlamadığı sözcükleri kullanma gereksinimi duyan erkek sunucu (ikisi de oyuncu), şiir ve şarkı yarışmasının “final sonuçları”nı açıklıyorlar. “Final sonuçları” belli olunca “bu mukaddes” etkinlik, çocukların sahneye doluşup “Bütün dünya kardeş olsa” şarkısı eşliğinde dansıyla bitiyor.
      TV’yi kapattığımızda usumuza şu soru takılıyor; Türkiye’de yabancı dille öğretim yapanlar, Türkçeyi doğru dürüst öğretemeyenler, kalkmış yüz ülkede Türkçe öğretiyorlar. Acaba? Gerçekten amaç salt Türkçe öğretmek mi?
      75. yılına erişen Dil Devrimini yadsıyanlar, devrimin Türkçeye kazandırdıklarını hem kullanıp hem karalayanlar, içeride Türkçeye düşman, yüz ülkede Türkçe sevdalısı… Ne yazık ki Atatürk’ün 75 yıl önce kurduğu TDK ortada yok; ama yerine geçirilen sözde Atatürk kurumu, kendi çocuklarına duyuramadığı Türkçenin müziğini yabancı çocuklara duyurmaya çalışıyor. Varın siz hesaplayın, bu işin ciddiyetini…
      Burada aktarmak istediğim ikinci konu da TBMM’de kurulan “araştırma komisyonu”dur. Komisyonun adı şöyle: “Türkçedeki Bozulma ve Yabancılaşmanın Araştırılması, Türkçenin Korunması ve Etkin Kullanımı İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu.” ÇTD okurlarının hoşgörüsüne sığınarak, komisyon tutanaklarından kimi bölümleri olduğu gibi aktaracağım.

* * * *
KOMİSYON TUTANAĞI

“BAŞKAN: Ekrem ERDEM

BAŞKAN VEKİLİ: Eyüp SANAY (Ankara)

SÖZCÜ: Recep GARİP (Adana)

KÂTİP: Alaettin GÜVEN (Kütahya)

BAŞKAN – Toplantı yeter sayımız var. Müsaadenizle toplantımıza başlıyoruz. 

Bugün 11’inci toplantı ve 11’inci konuğumuzla bir aradayız.

Sevgi Hanım, hoş geldiniz.

SEVGİ ÖZEL (Dil Derneği Başkanı) – Hoş bulduk, sağ olun.”

ÇTD’nin bundan önceki sayılarında bu komisyona sunduğumuz metni yayımladık. Bu nedenle yalnızca komisyonun başkanının açış konuşmasını ve bana yöneltilen soruları sunacağım:

“BAŞKAN – Muhakkak ki siz bu konularda duyarlı birisisiniz. Basından da yakinen takip etmişsinizdir, işte Meclisimiz Türkçenin bozulması ve yabancılaşmasına müdahil olmak için bir komisyon kurdu, bizleri de görevlendirdi. Bizler de sizler gibi bu noktada emeği olan, bilgisi olan, birikimi olan insanları dinliyoruz ve bozulma ve yabancılaşmanın sebepleri, çözüm önerilerini konuşuyoruz ve bugüne kadar biraz önce arkadaşların da ifade ettiği gibi 11’inci olmasına rağmen, her dinlediğimiz arkadaşlardan, değerli hocalarımızdan büyük  keyif aldık. İnanıyorum ki bu keyif almaya devam edeceğiz. Çünkü, çok önemli bir konuyu görüşüyoruz. Varlık sebebimizi konuşuyoruz. Yani, Türkçe var olduğu için varız, Türkçe olmamış olsa herhâlde bizler burada olma şansızım yok. O zaman varlık sebebimiz olan önemli bir konu olunca da insana, bu işin de şuurunda olunca gerçekten büyük keyif alıyor, keyif veriyor. Bu keyfi alıyoruz ve onun için işte biraz önce Mustafa Bey “Çok şeyler kaybettik, bu arada bizim olmadığımızda neler konuşuldu” dedi. Doğrudur, toplantılara devam etme imkânı zaman zaman bulamayan arkadaşlarımız her zaman söylüyoruz, büyük kayıpta. Onun için de bakın, bugün genellikle arkadaşlarımız arazideler, ama ona rağmen, biz konunun önemine binaen bugün de toplantımızı yapıyoruz, hayırlı olsun.

Sözü size bırakıyoruz. Usulümüz şu: Siz sunumunuzu yapıyorsunuz, ondan sonra arkadaşlarımızın size yönelik soruları varsa onları yönlendiriyorlar, ondan sonra da siz o sorular çerçevesinde bir değerlendirme yapıyorsunuz. Bu şekilde devam ediyoruz.

Demek ki bizim süre itibarıyla bir buçuk saatlik bir zamanımız var, bütün bunları yapmak için, yani sunumunuzu rahat yapın.

Buyurun, söz sizin.

SEVGİ ÖZEL – Sağ olun.

Mecliste böyle bir toplantı yapılmasını, böyle bir komisyon kurulmasını bireysel olarak da Dil Derneği olarak da çok…

BAŞKAN – Bu arada bir şey söyleyeyim. Geç elime geçti özgeçmişiniz. Okuyunca kendimi buldum. Bütün arkadaşlar da aynı şeyi görecektir. Buyurun.

SEVGİ ÖZEL – Sağ olun.

Tam otuz beş yıldır Türkiye Türkçesi üstünde çalışan, aynı zamanda edebiyatla da uğraşan -20 kitabım var özyaşamöyküme aldığım, onun dışında başka çalışmalarım da var. 1983’te Türk Dil Kurumunda uzmanken oradan ayrıldım. Bu sizin önünüze koyduğunuz metni hem kendi otuz beş yıllık birikimime dayanarak hem de Türkçenin ve Dil Devriminin öyküsü aldı yakında yayımlanacak bir kitabımıza da yaslanarak hazırlamış bulunuyorum. Söylediğim gibi, gerçekten böyle bir komisyon oluşturulmasını çok olumlu karşıladık. Dilerim ortak akıl üretebiliriz ulusal kimliğimiz olan Türkçe için. Dilerim bu ürettiğimiz ortak aklı hızla yaşama geçirebiliriz.

Sayın Başkan, değerli üyeler; Ulu Önderimiz Atatürk’ün, onunla birlikte bağımsızlık ve kültür savaşı veren arkadaşlarının, ulusumuza en büyük armağanı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, bu çalışmalarına ben ilk kez katılmıyorum. Üçüncü kez bir komisoyna çağrıldım. Onun için biraz da böyle altını kalın kalın çizerek, dilerim bu komisyondan hızla yaşama akar bazı bilgiler diye önerdim.

BAŞKAN – Ama, dil konusunda ilk komisyon Mecliste.

SEVGİ ÖZEL – Dilekçe Komisyonuna geldik, o da tabelalarla ilgiliydi.

BAŞKAN – Evet, bir dil toplantısı yapılmış.

SEVGİ ÖZEL – Ondan söz edeceğim zaten.

(…) 

SEVGİ ÖZEL (Dil Derneği Başkanı) – (…) Tarih ve zaman, Mustafa Kemal Atatürk’ü sürekli doğrulamaktadır. Sonra değerlendireceğinizi umarak, bu konuşmamın arkasına yine 13 sayfalık bir metin ekledim. Ondan özetle şöyle söz etmek istiyorum. Türk Dil Kurumu 1985’ten bu yana yazımla oynayıp duruyor. Bakın, 1985’te çıkarılan adı “yazım”dan “imlâ kılavuzu”na döndürülen yapıtla, okullarda daha sekiz yıllık eğitime geçilmemişti. Bütün okulların kapısında “ilkokul, ortaokul” yazarken bu sözcükler ayrıldı; “genelkurmay, radyoevi, arapsaçı, anaokulu…” aklınıza gelebilecek “kitabevi, yayınevi” bütün sözcükler ayrıldı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Celal Güzel’i ve kamuoyunu uyardık; bunun gibi birçok sözcük MEB genelgesiyle o sırada düzeltildi. 1985’ten bu yana kılavuzların her baskısında sessizce değişiklikler yapıldı. 3. sınıftan 6. sınıfa geçen çocuk, üç yıl içinde, hatta bir yıl içinde kavramakta, kullanmakta zorlanacağı uygulamalarla karşılaştı, karşılaşmayı da sürdürüyor. Bu duruma kimsenin sesi çıkmadı; çıkmıyor. Yazım Kılavuzu’nun adı “İmlâ Kılavuzu” yapıldı; 20 yıl sonra yeniden Yazım Kılavuzu’na dönüldü.  Ama, hangi öğretmenle, hangi öğrenciyle konuşsanız, “imlâ kılavuzu” diyor. “İmlâ” sözcüğünün yazım sorunları var. Sözcüğün kendisinde yazım sorunu var.

   Hepinize, sormak istiyorum, lütfen söyleyin: “Büyükanne, büyükbaba, ipekböceği…” gibi sözcükleri ayrı yazabilir misiniz? İlköğretim okullarında küçük kâğıtlar dağıttım, ilköğretim öğrencilerinin hiçbiri dil bilinciyle sözcükleri ayrı yazmadı ama, Türk Dil Kurumunun yazım kılavuzunda “büyükanne” de, “büyükbaba” da ayrı, “ipekböceği” de ayre. Gösterdiğimiz tepkiler karşısında sözcükler her baskıda… Sözcüklerle oynanıyor.

Bu komisyonda dilciler ağırlıklı değil, değil mi ya da yazın, edebiyat kökenli olanlar?

BAŞKAN – Edebiyatçı var da, dilci yok.

SEVGİ ÖZEL (Dil Derneği Başkanı) – Bakın size bile çok gülünç gelecek. “Ayrı yazılan bitişik kelime” ne demektir sayın milletvekilleri?

HATİCE MALKOÇ (TDK Temsilcisi) – “Birleşik kelime” değil, “ayrı yazılan birleşik kelime…”

SEVGİ ÖZEL (Dil Derneği Başkanı) – Evet, ne demektir?

HATİCE MALKOÇ (TDK Temsilcisi) – Birleşik kelimeler birleşik de yazılabilir, ayrı da yazılabilir.

SEVGİ ÖZEL (Dil Derneği Başkanı) – Olur mu böyle bir şey, niye adı o zaman “birleşik kelime”?

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) –  “Mehmet Ali” mesela.

SEVGİ ÖZEL (Dil Derneği Başkanı) – Hayır, buradaki kelimeler ayrı, özel adlar değil. Aynı devlet kurumu “okeylemek” gibi bir sözcük türetebiliyor. Sizin bu komisyonun kurulması için Meclise sunduğunuz gerekçede “okey”lerden yakındığınızı gördük. Başbakanlığa bağlı bir devlet kurumu, “okeylemek” diye bir sözcük türetiyor, “start almak, start vermek, sahne almak” gibi yanlış çevirileri genel dilin sözlüğüne yerleştirebiliyor. İngilizce sözcükleri olduğu gibi yazımlarıyla sözlüğe alıyor, alt alta da sıralıyor. Arkadaki dosyada çok örneğini bulacaksınız. 

      Şu düşüncemizi, bu nedenle, Türk Dil Kurumu Başbakanlığa bağlı bir devlet kurumuysa  ve Millî Eğitim Bakanlığı bu yanlışları yaygınlaştırıyorsa bundan çıkan sonuç şudur: Türkçe, yalnızca tabela adlarıyla, yabancı dil baskınıyla, saldırısıyla yüz yüze değil. O zaman Türkçe bir anlamda devlet eliyle bozuluyor. “Büyükanne”yi ayrı yazıyorsak hâlâ, “okeylemek”” diye bir madde yapıyorsak ve bunu okullara sunuyorsak, bu çok önemli, bunu düşünmemiz gerekiyor.

      AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – “Okeylemek” nerede? “Okey” mi var, “okeylemek” mi?

SEVGİ ÖZEL (Dil Derneği Başkanı) – “Okeylemek”  diye maddebaşı var Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde var. Bakın, buradan gerçekten, ölçünlü dil ve yazım kargaşasından kurtulmak istiyorsak, gerçekten ortak akıl üretmek istiyorsak, Türk Dil Kurumu’nun eski tüzel kişiliğine kavuşturulması, birinci konu bence. 24 yıldır bozulan ve tepki verdikçe parti parti düzeltilen dil ve yazım yanlışlarından bir an önce sıyrılmamız gerekli.

Milli Eğitim Bakanlığının “müfredat”ın adından başlayarak, Türkçenin eğitim ve öğretim programlarını duygularla siyasanın değil, bilimin ışığında yenileştirilmesi,

Yabancı dille öğretim ve test yönteminden bir an önce vazgeçilmesi. Şunu hemen söyleyelim, 25 yıl önce bu ülkede Türkçesi varken kampanyalarını, herkes için sağlıklı yabancı dil öğretimi, ama, yabancı dille öğretimin değil, çalışmalarını başlattık.

Yabancı adlandırmayla baş etmek için Dil Devrimiyle hesaplaşma içine girmeden, “Bütün işyeri, ürün adlarında Türkçeyi Türk abecesiyle kullanmak zorunludur; uluslararası marka olan adlar, Türkçesinden sonra ve küçük yazılır; bu kurala uymayan işyeri ve üretici, hiçbir biçimde işyeri açamaz, ürünlerini kullanma izni alamaz, tanıtamaz, pazarlayamaz” gibi yaptırımı ağır olan bir yasa çıkarılması. Böyle bir yasa vardı, bu, 1983’te kaldırıldı.

Yasakçı, sansürcü olmayan bir yaklaşımla kitle iletişiminde etkin rol oynayan basın yayının, tanıtım ve duyuruda önde gelen bütün kişi ve kurumların dil kullanımında özenli olması gibi gerekli bütün girişimlerde bulunmalıdır. 

Ortak akıl üretmek için, Türkçe için biz bu çalışmaların, Dil Derneği olarak, Türkçeye emek veren yazarlar ve dilciler olarak her aşamasında yer almak isteriz. Görev ve ödev almak isteriz. Bu, aynı zamanda yurttaşlık sorunumuz Sayın Başkan.

BAŞKAN – Teşekkür ediyoruz. Sorusu olan arkadaşlarımız?.. Eyyüp Bey, buyurun.

EYYÜP SANAY (Ankara) – Sayın konuşmacıya teşekkür ediyorum. Ben doğrudan doğruya sorularımı soracağım: Önce dil doğal m gelişir, yapay mı oluşur?

Günlük dilimizde kullandığımız kitap, defter, kalem, konjonktür gibi Türk Dil Kurumu sözlüğünde olan sözcükler var. Bu sözcükleri attığımızda yerine koyacağımız sözcükler varsa, niçin koymuyoruz, yoksa, o zaman bunları neyle ifade edeceğiz? Deyimlerde ve atasözlerinde geçen sözcükler var. Bu sözcükleri deyim ve atasözlerinden çıkarttığımız zaman, nasıl bir anlam taşır? Mesela “şaribülleylüvennehar” deriz, tamamen, bu, Arapça olduğu hâlde, herkes bunun ne olduğunu anlar? Bunu Türkçeleştirdiğimizde nasıl bir şekilde ifade edebiliriz?

Diğer yandan, katılır mısınız bilmiyorum, ben şöyle algılıyorum: Sözcükler, insanların belleklerinde çağrışımlar yapar ve insan onu cümlenin ya da tümcenin içinde kullanırken o çağrışımın şiddetine göre kullanır. Yazarlar özellikle bunu, ben yazar değilim. Ama, okuduğum yazarlarda görüyorum, o çağrışım şiddetine göre kullanırlar, o zaman daha önce kullanıp da yeni yapay olarak getirdiğimiz bir sözcük acaba hemen aynı çağrışımları yapabilir mi? Teşekkür ederim.

BAŞKAN – Avni Bey buyurun.

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Sevgi Hanım, teşekkür ederiz geldiğiniz için. Tabii, “İmlâ Kılavuzu” yerine “Yazım Kılavuzu” demek, gerçekten hoş geliyor ama demek ki, bir kelimeyi zorla birilerinin cebriyle, hükûmet zoruyla kabul ettirilemiyor. Sevgi Hanım, benim soracağım şey şu, çok önemli: Yeryüzünde kabile dilleri hariç, saf dil var mı? Mesela, İngilizce sözlükte 800 bin kelime olduğundan bahsedilir. Bunun içerisinde Türkçe kelimeler dahil, bir İngiliz metninde 700 sene önce bir kere geçmiş kelimeler de var. Yani, öz İngilizce kelime 100 bini geçmiyor. Şu önemli bir soru: Türkçe sadece Anadolu’daki Türklerin konuştuğu, bir dil midir? Bizim dışımızdaki 170 milyon insanla nasıl anlaşacağımız hassasiyetini de göstermemiz gerekmiyor mu? Yani, zoraki kelime atmak zorunda mıyız Türkçeden? Ben Türkçeyi savunan biriyim, onu söyleyeyim. Ben Türkçeyi kesinlikle savunan birisiyim. Benim sorularım bunlar.

BAŞKAN – Recep Bey, buyurun.

SEVGİ ÖZEL (Dil Derneği Başkanı) – Sizi radyoda da dinlemiştim.

RECEP GARİP (Adana) – Evet, telefonla katılmıştınız. Özellikle sunumun başında dil ayrılığıyla ilgili Osmanlı döneminde Arapçanın ilim dili ve Farsçanın edebiyat dili olarak hafızada, toplumda, sarayda bulunduğundan bahsettiniz. Osmanlıca diye bir dilin de olduğundan bahsettiniz. Oysa, Osmanlı İmparatorluğu döneminde kullanılan Osmanlı diye nitelendirilen ama Arap harfleriyle yazılan dilin Türkçe olduğu söylenir ve kelimeler ve kavramlar Türkçedir.  Genel anlamda böyle bir şey var. Başından itibaren üzerinde durduğunuz bu konu, elbetteki tartışılacak bir konu ama, bir medeniyet geçmişimiz var, büyük bir coğrafyayla, Arap ve Fars bölgesi de dahil olmak üzere, çok doğaldır ki, Türkçenin Arapçaya, Arapların da Türkçeye vermiş olduğu çok ciddi kazanımlar var. Farsçanın da aynı şekliyle vardır. Elbetteki biz Türkçemizi bu anlamda mutlak surette disipline edelim. Türkçe kelimelerimizin ve kavramlarımızın köken itibariyle, biçim itibariyle nasıl kullanacaksak öyle kullanmak konusunda Türkçenin üretimi konusunda hassasiyet gösterelim. Buradan şöyle bir noktaya gelmek istiyorum: Arapça ve Farsçayla bu kadar yakın dokusu bulunan imparatorluklarla kaynaklı olan 600-700 yıllık bir geçmişle birlikte birbiriyle bütünleşmiş olan bir dilin son yüz yıl ya da yüz elli yıl içerisindeki dünya dillerinde bir zamanlar İngilizce yokken, Almanca yokken, Fransızca yokken Türkçe var idi, ama, onlar daha sonra çıktı. Biz Araplardan ve Farslardan almış olduğumuz kelimelerle Türkçeyi daha mı çok bozduk yoksa Latin dillerinden girmiş olan, işte Fransızca, Almanca, İngilizceden daha mı çok, İngilizce zarar görmüştür? Sormak istedim.

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Türkçe…

RECEP GARİP (Adana) – Almancadan, Fransızcadan, İngilizceden daha mı az zarar görmüştür Türkçemiz? Ki, şu anda en son gelmiş olduğumuz noktada da İngilizcede Türkçe kelimeleri İngilizceleştirerek söylenmiş olması, gerçi oraya bir vurgu olarak geldi ama…Bir de Ömer Seyfettin’in mesela Türkçe konusundaki hassasiyetini biz biliriz. Ömer Seyfettin’in aynı başlıklı yazısında bunun nedenini şöyle açıklamıştır: “Yavaş yavaş millî edebiyat uyanmaya başladı. Millî kelimesi ve devam eden… saadetine nail olmak,… saadet kelimesi, nail olmak kelimesi, mukaddes kelimesi, bunların da üzerinde durulduğu zaman bunların da yerine belki Türkçe kelimeler bulunması gerekiyor. Buradan geçerek, yine Atatürk’ün Celal Bayar tarafından ifadelendirilen son konuşması var Türkçe üzerindeki. Mahiyet kelimesinin yanına içerik kelimesi şeklinde yazmışsınız. Atatürk, bunu içerik diye yazmamıştır, mahiyet diye yazmıştır.

SEVGİ ÖZEL (Dil Derneği Başkanı) – Öyle aktardım.

RECEP GARİP (Adana) – Böyle mi aktarıldı? Ben onu, feyizli kelimesi, verimli olarak, tedrisatın, öğretimin kelimeleri de burada geçtiği için o vurguyu paylaşmak istedim. Kuzen kelimesine sizin kadar tepki gösterdiğimiz hassaten belirtiyorum, kendi çocuklarımı da defalarca uyardım, bu işin dayı ise dayıdır, hala ise haladır, emmi ise emmidir.

SEVGİ ÖZEL (Dil Derneği Başkanı) – “Emmioğlu”nu unuttuk, türkülerde kalacak.

RECEP GARİP (Adana) – Ben bazen yeğenim bana mesaj gönderiyor, “büyük emmin” diye yazıyorum altına, aynen öyle yazıyorum, “goca emmin” diye yazıyorum bazen. Bunu hassaten paylaşmak istedim.

Bir de kafama takılan 12’nci sayfada bir bölüm aktarırken, dinsel kelimesindeki –sel ekinin doğru olduğunu düşünmüyorum, dini olmasının daha anlamlı olduğunu ve orada yine ırksal kelimesinde ırki şeklinde kullanılmasının doğru olduğunu düşünüyorum. Bu konuda siz ne düşünüyor musunuz?

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Hocam –sel eki Türkçede yaygın kullanılan bir kelime mi? Yani onu da bir soru olarak…

SEVGİ ÖZEL (Dil Derneği Başkanı) – Ne güzel Divanı Lügat-it Türk’te “kumsal” var.

RECEP GARİP (Adana) – -sel kelimesi kullanılabilir, toplumsal kelimesi yani, kimi yerlerde durabilir ama, dini bir literatürde, ırki bir konuda ırksal kelimesi acaba ırki anlamında yüklediğimiz yüklemi karşılıyor mu?

Ki, Mehmet Hocam bu konuda benden daha iyidir diye düşünüyorum bu konuda açıklamaları olabilir. Dini anlamdaki ifadeleri kapsayacak, açıklayacak literatürde bunu dinsel tabirini kullandığınız zaman biraz daha kısırlaştırmış oluyoruz gibi geliyor. Sizin kanaatinizi almak istedim.

BAŞKAN – Sayın Maraş…

MEHMET ATİLLA MARAŞ (Şanlıurfa) – Teşekkür ederek başlamak istiyorum. Hemen sıcağı sıcağına bu –sel, sal meselesi konuşulunca aklıma geçmişte bir yazarımızın bir esprisi geldi. Geçmişte bin yıllık kültür tarihimizde kullandığımız ve artık kökenine bakmadan kullanıldığı için bizim olan güzel kelimeleri “sala bindim, sele verdik” demişti. Bir de bu ne alırsınız, hani “sahne alırım”, hakikaten karşı olmamız gereken şeyler. Yani iş iyice bozuldu. Amerikan, İngiliz mantığıyla Türkçe konuşma… O konuda Sevgi Hanımla paylaşıyorum.

Şimdi, ben Sevgi Hanımın biyografisi ya da özgeçmişi üzerinden şey yapmak istiyorum. İlk defa böyle bir özgeçmişin hikâye tarzında, öykü tarzında anlatıldığı bir şey gördüm. Çok değişik geldi. Hani biz de yazar, çizeriz; Sevgi Hanım bir hikâye şeyi içinde bize anlattı, çok değişik buldum. Şimdi, özgeçmiş kelimesine de ben takılıyorum, biraz biyografiyi yansıtmıyor. Bize ulaşanı ben konuşuyorum.  Türk cumhuriyetlerine gittiğimizde orada bu biyografi yerine özgeçmişe çok güzel bir tamlamayla karşılaştık, ben şahsen öyle kullanıyorum: Ömür beyanı. Özgeçmiş, özgelecek tutmuyor, biyografi…

MUSTAFA GAZALCI (Denizli) – Yaşam bildirisi gibi.

MEHMET ATİLLA MARAŞ (Şanlıurfa) – Ömür beyanı, o kadar güzel ki, yani benim kişisel tarihimi, ömürdür o, beyan ediyorsun, ne kadar güzel. Ömür beyanı diye başlıyor diye adam. Bu komisyona sunuyorum bu güzel kelimeyi. Şimdi, burada benim dikkatimi çeken Sevgi Hanımın kendi doğum tarihini anlatırken, işte 1948 Ocak diye yazılmış, fakat, babası, oradan okuyorum: “Babam da Demokrat Parti, seçimi kazanalı birbuçuk ay olduydu diye savını doğruladı, böyle bakınca doğum yılı yalnız benim için değil, ülkemin bütün kadınları için şanssız bir dönemin başlangıcı sayarım.” diyor yani ben bunun açılmasını istiyorum, anlayamadım ne demek istediğini.

SEVGİ ÖZEL (Dil Derneği Başkanı) – Benim özgeçmişim tartışılacaksa, uzun uzun anlatırım, benim öyküm çok renkli, uzun uzun anlatayım size… (Karşılıklı konuşmalar)

MUSTAFA GAZALCI (Denizli) – Dil konusuna gelelim sevgili şairim.

MEHMET ATİLLA MARAŞ (Şanlıurfa) – Tamam, mesela burada yine tespit ettim, biyografyada yer almaması gereken şeylerle karşılaştım hakikaten, deniyor ki, “12 Eylül 1980 karabasanı, TDK’nın üstüne de çöreklendi, TDK 17 Ağustos 1983’te kapatılıp da, hep Dil Devrimi ve TDK ile savaşan karşıdevrimcilere verilince Eylül 1983’te kendi isteğimle oradan ayrıldım.” Yani, dil devrimcisi, karşıdevrimci filan yani, bunları da biraz açıklarsa memnun olurum, çünkü, biyografide yer alıyor.

Teşekkür ederim.

MUSTAFA GAZALCI (Denizli) – Yahu uzmanı çağırıyoruz, eziyoruz…

SEVGİ ÖZEL (Dil Derneği Başkanı) – Yok canım, ben herkesle de, her zaman arkasında durmadığım, açıklayamayacağım hiçbir satırı ne söylerim, ne yazarım.

BAŞKAN – Buyurun.

HİKMET ÖZDEMİR (Çankırı) – Ben de teşekkür ediyorum. Tabii, konu, Atatürk’ün mirasıyla alakalı bir konu, mahkemelere intikal etmiş. Mahkemeler de karar vermiş, en son mahkeme kararı bu yakın zamanda. Şimdi, 12 Eylülden bugüne kadar epey zaman geçmiş.

MEHMET ATİLLA MARAŞ (Şanlıurfa) – Hocam, kalıt mı, miras mı, onu da açıkla yani.

HİKMET ÖZDEMİR (Çankırı) – Kalıt diyemiyoruz, miras diyoruz.

SEVGİ ÖZEL (Dil Derneği Başkanı) – Ne güzel “kalıt” demişti, niye karıştınız?

HİKMET ÖZDEMİR (Çankırı) – Ben “kalıt” kullanmadım. Atatürk’ün bu mirasıyla alakalı 12 Eylülden sonra yeni bağımsız mahkemeler karar verdiğine göre burada bu konuyu tekrar tartışmaya açmanın doğru olup olmayacağını soruyorum.

Ayrıca, Türk Dil Kurumunda uzun müddet çalışmışsınız, mesela, şöyle bir çalışmanız oldu mu: Atatürk’ün Nutuk’uyla alakalı, Nutuk’ta geçen kelimeler şunlardır, ey Türk gençliği, yani, Atatürk’e bağlı Türk gençliği, mademki Atatürk’ün ağzından bu kelimeler çıktı, bu kelimeleri öğrenmek ve kullanmak sizin birinci vazifenizdir diyebiliyor muyuz? Bu, çok önemli. Mesela, Türk dilinin yaygınlaşmasında, sadeleşmesinde Kuran tercümelerinin önemli olduğunu söyledik, zatıaliniz de söyledi. Efendim, bu arada hadisler var, 40 hadisler, 150 hadisler, bunlar da, hatta şiire dökülmüş, birçok şairler bunları Türkçeleştirmiş, oradaki Türk dilinin sadeleşmesi açısından onlar da örnek olmuşlar. Böyle olduğuna göre, yani, en azından Atatürk gibi yani Türk milletinin önde gelen bir kimsesinin konuşmuş olduğu bu kelimelerin veya kullandığı deyimlerin, terimlerin mesela Türk gençliğine öğretilmesi için böyle bir çabanız oldu mu?

Ayrıca, şunu ilave etmek istiyorum: Bugün eskiden işte biz Arabı kötülüyorduk, Arap da bizi kötülüyordu. Arada tahmin ediyorum, İngiliz oyunları var, her iki taraf da İngilizin oyununa geldi ve birbirini kötüledi ama, şu anda durum değişti. Geçenlerde Meclis Başkanımız, Suudi Arabistan’dan dostluk grubunu davet etti, biz o davette kendileriyle ilgilendik, burada Türkiye’de beş gün kaldılar. Yüksek derecede kendilerini ağırladık. En son giderken yani gitmeden önce de Başbakan Yardımcımız Abdullah Gül’e ifade ettiler, “sizler bizim ağabeyimizsiniz, biz sizin emrinizdeyiz, ne derseniz, onu yaparız” dediler ve bu ifadeyi kullanarak gittiler. Arada buzlar erimiş, yani birçok yaklaşımları gelmiş. Ben şuna inanıyorum ki, mesela, buradaki bu kurulda bile Cumhuriyet Halk Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi biz beraber bu komisyonu oluşturduk, yani geçmişte kalan kavgalar herhâlde bitti sanıyorum. Yani, ulus da diyoruz, millet de diyoruz. Yani, zaman zaman birbirini kullanıyoruz. Yani, o kavgayı devam ettirelim mi, yoksa kavgayı bir noktada bitirelim mi? Nasıl bitireceğiz?

SEVGİ ÖZEL (Dil Derneği Başkanı) – Kavganın adını koyar mısınız?

HİKMET ÖZDEMİR (Çankırı) – Yani, solcu-sağcı, ilerici-gerici, ulusalcı-milliyetçi…

BAŞKAN – Dil tartışması yani…Buyurun Sayın Gazalcı…

MUSTAFA GAZALCI (Denizli) – Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; ben de Dil Derneği Başkanı Sayın Sevgi Özel’e bu güzel sunumu için gerçekten teşekkür ediyorum. Hani doyurdu derler ya, tam gönlümüzü doyurdu ve derli toplu bir sunum oldu ama, nedense, gene bir bizim komisyonumuzun belki incelik gereği birbirimizi böyle kimi sözcük yaklaşımlarında ya da doğudan gelenlere biraz daha konuksever, batıdan gelenlere biraz daha duvar çeken bir anlayış gönlümüzün derinliklerinde de olsa, var gibi. Yani onu da tabii, tarihe, kültüre sahip çıkmak çok güzel bir şey ama, bu dile sahip çıkmakla özdeşleşirse, güzel. Yoksa, burada herhâlde hepimizin ortak konusu, komisyonun kurulma amacı, Türkçenin yabancı etkilere karşı bağımsızlığının korunması ve gelişmesi. İyi bir yazın ve bilim dili olması; bu ortak amacımız. Bunun kimi sözcükler kullanılması, kimilerinin işte arada bir yabancı sözcüklere yer vermesi, ötekinin daha az yer vermesi, eğer, temelde bir yaklaşımda doğruluk varsa, bizi daha çok buluşturur. Yani, sözcükler kimi zaman hatta kullanımında ayrılıklara düşebiliriz ama, şu ortak kaygımız olmalı bizim: Yabancı dendiği zaman, Türkçenin dışındaki diller olmalı. Yabancılıktan bunu anlıyorum ben, yani, kimileri daha az yabancı, kimileri daha çok yabancı ayırımı -alışkanlıklarımızdan kurtulmamız için söylüyorum- Türkçenin dışındaki bütün sözcükler ne zaman gelmiş olursa olsun yabancıdır. Peki, bunların hepsini, köktenci bir anlayışla atalım mı? Kendime de soruyorum bunu. Türkçesi varsa, Türkçesini kullanalım, yoksa, oluncaya kadar kullanılabilir gibi bir düşünce. Burada da ortak mıyız? Benim burada Sevgi Hanım’a, tabii, teşekkürün dışında soracağım şu: Bu dil, türetme, üretme, yeni sözcükler bulma, özellikle ekonomik yeniliklere karşı, çünkü, dünya hızlı gelişiyor, bilim hızlı gelişiyor, çok kavrama, çok sözcüğe, çok ada gereksinim var. Eskiden bu kadar hızlı bir teknikte, ekonomide bir gelişim, kültürde bir gelişim belki bu kadar yoğunlukta yoktu, iletişim bu kadar yoktu, çok hızlı bir değişim, gelişim var. Buna karışılması gerektiğine yürekten inanıyorum, ama, bu karışmayı, bir gönüllü, bir özerk ama desteklenen bir kuruluş mu yapmalı, ki gönlüm biraz ondan yana. Onun dışında, yazarlar, çizerler, yani sınırda nöbet tutan askerler gibi. Belki bu çok zor bir şey ama, yol geçen hanı değil burası, Mevlana’nın türbesi değil, her gelen gelsin sonra onlarla uğraşırız. Hayır, dil öyle bir şey ki arkadaşlar, öyle bir kirlenme yaşıyoruz ki biz, bir kere yerleştiği zaman, bir kere kullanıldığı zaman, bir kere yasanın adı konulduğu zaman, bir kere çocuklarımızın adı öyle olduğu zaman, dükkânımızın adı öyle olduğu zaman onu atmak, en az o askeri atmak kadar, yabancı bir askeri atmak kadar zor. O yüzden de, diyorum ki ben, daha başlangıçta önlem almak için, biz komisyon olarak ne yapabiliriz? Yani, önerilerimiz var, ama onun dışında, bu türetme olayı, yani daha kirlenme olmadan, onu gelip içimizde konuk etmeden biz bunu anlatsak diyorum.

Şimdi, biz geçen hafta, şiddetin önlenmesiyle ilgili, buradan da bazı arkadaşlarımız vardı, İstanbul’daydık. Dolmabahçe’de bir toplantı yaptık. Dediler ki “burada bir dil çalışması oldu ve ilk toplantı iki bin kişiyle yapıldı.” Bakın, arkadaşlar, bizim komisyonumuz da oraya gitmeli, orayı solumalı. Yani, bakın, hatta, dil kongresinin, kurultayının bütün Türkiye’deki yankıları, çağırılan uzmanları bu Komisyon bir incelemeli, birinden dinlemeli, katılanlar, edilenler… Yani, buna nasıl bir bilinçle bakılmış? Tarihimiz boyunca bu böyle gelmiş. Şimdi, ben şunu söylemek istiyorum: Bu iş, bizi birbirimize daha çok bağlayacak ve güçlendirecek, ama bu bir sağcılık, solculuk sorunu değil. Sözcüğü kullandığınız zaman en öz Türkçe sözlükleri kullanarak da sömürgeci bir anlayışa sahip olabilirsiniz ya da emperyalist bir gücü davet etmiş olabilirsiniz. En Osmanlıca en Arapça en İngilizce konuşarak da ülkenize hainlik yapabilirsiniz. Onun için, ama, bir yurtseverlik konusu bu. Bu, ideolojik tartışmayı, dil sever tartışmaya getirmenin yolu nasıl olabilir? Yani, biz nasıl olalım da, bu raporumuzda herkeste dil bilincinin, dil sevgisinin oluşması için neler önerelim daha çok, yani, eğitime ilişkin, kültüre ilişkin? Siz, daha çok, bu konuşmanızda yakındınız, daha çok konuşmanızda olanları bize aktardınız. Güzel ettiniz, iyi ettiniz, ama, biz biraz da sizlerden daha etkin ne yapalımı bekliyoruz. Teşekkür ederim Sayın Başkan.

BAŞKAN – Ben teşekkür ediyorum Mustafa Bey. Evet, Sayın Çiçek…

MEHMET ÇİÇEK (Yozgat) – Evet, Sayın Başkanım, değerli arkadaşlar; Sevgi Hanım’a ben de teşekkür ediyorum. Tabii, bugüne kadar duyduğumuz ifadelerin dışında orijinal ifadeler duyduk, bu da lazım, çünkü, biz burada sadece tek boyuttan, tek pencereden olaya bakarak bir sunum yapmayı da uygun görmedik zaten doğrusu, partilerimiz de böyle anlamadı, onun için, istifa ettik, teşekkür ederiz. Yalnız, bir şey var, evvela kim yabancıdan başlamak lazım. Biz Türkçeyi Orta Asya’dan aldık buralara getirdik. Nur Sultan Nazarbeyev’le bir toplantıda -yine söylemiştim- karşılaştığımızda, kendisine “Kazaklarla tercüman aracılığıyla anlaşıyoruz, bu ne biçim Türkçe, Türklük” dediğimde, Nazarbeyev dedi ki: “Siz, bizim Türkçeyi buradan aldınız, Anadolu’ya götürürken yüzlerce değişiklik yaptınız. Anadolu Türkçesi ile bizim Türkçemiz arasında farklılık bundandır:” Şimdi, toplum dinamik, statik değil; insanlık dinamik, milletler de dinamik, dil de organik. Yani, annesinden doğduğunda insan ilk karşılaştığı realite, olay, dinden önce, ahlaktan önce, faziletten önce, yani o bahsettiğiniz şeylerin hepsinden önce, ilk defa duyduğu sözcük dil. İnsanın bizatihi varlığında olan bir unsur. O zaman, insan nasıl bunu statik tutabilir? O zaman şu hatırımıza geliyor: O zaman dil, insanla beraber gelişiyor. Dolayısıyla, eğer toplum statik değil dinamikse, dil de dinamiktir. Avni Bey’in söylediği gibi, o zaman, hiç karışıksız, anadan doğduğunda olduğu gibi kendisini muhafaza eden dil yoktur yeryüzünde. Bunu iddia etmek ve bunun olmasını beklemek, dili o kalıpların içerisine sokmak da bence yanlışlıktır. O zaman şöyle bir şey çıkıyor karşımıza, dilin temel kuralları. Tabii, her dilin kendisine özel, değişmez kuralları vardır. Bu kurallar sabit kalmak şartıyla, bizim milletimiz gittiği her yerden -bunu her seferinde tekrar ediyorum- aldığı kelimeleri, eşyaların isimlerini, şahısların isimlerini olduğu gibi almamış, kendisine özgü hale getirmiş, hazmetmiş, kendisinin malı yapmıştır, bundan daha tabii de bir şey olamaz. Biz Hindistan’dan da bunları aldık, İran’dan da aldık, Arap dünyasından da aldık, Kafkaslardan, Balkanlardan da aldık, Kuzey Afrika’ya gittik oradan da aldık. herhâlde Berbericeden de aldığımız kelimeler mutlaka vardır. Buradan şunu söylemek istiyorum: Dilimiz zenginleştirilmeli mi, zenginleştirilmemeli mi? Birincisi bu.

İkincisi, yeni icat edilen teknolojiyle beraber, yeni icat edilen şeylerin isimlerini nasıl koyacağız? Bir kurum var, Türk Dil Kurumu, Atatürk kurmuş bunu. Yani, sizin söylediğiniz bu sözlerin, Allah’ın izniyle milim milim, bir kelimesini, santimini bile eksiltmeden Sayın Gazalcı bunu Meclis kürsüsünden her defasında dile getirir. Yani, Atatürk’ün mirası, nasıl el konulur, konulmamalı, kurum ortadan kalkmalı, derneğe devredilmeli. Bu tezler savunulur, ama, Atatürk işin temelini koymuş. Bence bugün bir değil, birkaç tane dil akademisi kurulmalı. Hatta, her üniversitemizde dil akademisi olmalı. Bırakınız Türkçe derslerini, matematik, fizik, kimya, tıp ve benzeri bilim dallarının her birisinde, istisnasız doğru, düzgün, gramerine uygun, vurguları düzgün, diyalektiği olan dil kullanılmalı; yani, dil okutulmalı ve okutmakla da kalınmamalı, yaşatılmalı, o düşüncedeyim.

Dinî ve millî literatürün Türkçesi, Arapçası, İngilizcesi, Fransızcası olmaz. Atatürk bunu korumuş. Bakın, Atatürk’ün büyüklüğü şurada: Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatını Şeyhülislamlık olarak kurmuş ve devletin bütçesinden tefsir yazdırmış. Mehmet Âkif’e, arzu etmiş, istemiş, meal yazdırmış. Bugün, Atatürk döneminde yazdırılmış Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirini alın önünüze, bir tarafa da Nutuk’u koyun, Atatürk’ün Nutuk’uyla Elmalılı Hamdi Yazır’ın, Kamil Miras’ın Tecridi Sarih’te, Atatürk’ün önünde bizzat tahsislerini yaparak çıkarmış olduğu hadis kitabını alın, Atatürk’ün Nutuk’unu ortaya koyun, ayniyet olduğunu görürsünüz, kelimeler aynen kullanılmıştır. O zaman, Atatürk’ün kullandığı ifadeyle, dinî literatürden, millî literatürde ortaya konulan şeyler arasında bir ayniyet vardır, farklılık yoktur.

Şunu söylemek istiyorum Hocam: Dilin ideolojisi yoktur. Dinin de ideolojisi yoktur. Dini ve dili siyasallaştırırsanız, ideolojik kalıplar içerisine sokarsanız kan gövdeyi götürür. Asırlar boyu mezhepler arasındaki kavganın bugün Irak’ta milyonlarca insanın mağdur edilmesinin ve öldürülmesinin arkasında işte bu kalıplaşmış ideolojik karakterler vardır. Dilin devrimcisi, ilericisi, gericisi, sağcısı, solcusu, karşı devrimcisi olmaz, bunlar olmaz. Eğer biz bunu… Bunları da kaldırdık, bakın çok iyi bir şey yaptık. Geçmişte bundan on yıl, on beş yıl, yirmi yıl önce bu tartışmalar yaşandı, hiç fayda vermedi, şimdi bu kalktı. Bakın, şu komisyonda, Cumhuriyet Halk Partisindeki arkadaşlarla biz aynı dili konuşuyoruz. Arkadayım belirtti, hem ulusal diyoruz hem millî diyoruz. Ulusaldan da rahatsız olmuyoruz, millîden de rahatsız olmuyoruz. Hangisi işimize geliyorsa, bu bir zenginliktir. Ben bir kelimeyi ifade etmek için beş ayrı kelimeyle zenginleştirebiliyorsam, bu benim okuma-yazmadaki maharetimi, başarımı, dili kullanmadaki sanatımı gösterir, bu da güzel bir şey. Mesela, şimdi, sizin kullandığınız arı, öz Türkçe kimseyi rahatsız etmiyor, ama, bu arada, rahatsız edici, toplumun kabul etmeyeceği kelimeleri kullanmış olsaydınız, siz ne kadar kullanırsanız kullanınız, biz de ne kadar çok yasa çıkarırsak çıkaralım, bunları yerleştiremezdik.

Ben son cümlemi şöyle söylüyorum, tekrar ediyorum. Kim yabancı? Şu yabancıyla yerliyi bir ayırt edelim. Bunu belirttikten sonra, Sayın Hocam “Türkçenin dışından gelen bütün kelimeler ve sözcükler yabancıdır” dedi, öz Türkçenin, yani Orta Asya’dan getirdiğimiz özelliklerin dışında. Bunları çıkardıktan sonra, acaba biz kaç kelimeyle Türkçe konuşabileceğiz, yani konuşturabileceğiz? Bu da önemli. Teşekkür ediyorum.

BAŞKAN – Ben teşekkür ediyorum.

MEVLUT AKGÜN (Karaman) – Hocama şu soruyu sormak istiyorum: Burada Dil Derneği ile Türk Dil Kurumu arasında bir çekişmenin, aslında, bu sunumda varlığını görüyoruz. Tabii, Hocam, Türk Dil Kurumunun Atatürk’ün mirası gibi şu anda örgütlenmediğini, bir devlet kurumu haline getirildiğini söylüyor. Benim üzerinde durduğum şu: Türk Dil Kurumunun bir de yasası belki Meclis gündeminde. Yani, iddia edildiği gibi olması, bir dernek hâlinde kurulması ile Dil Kurumu halinde kalmasının dile pratik faydası nedir? Yani, dilin gelişmesine, güzelleşmesine, dil konusunda yapılacak çalışmalara pratik katkısı, faydası nedir? Yoksa, bu kayıkçı kavgası mıdır? Yoksa, pratik anlamda dile katkıda bulunabilecek bir farklılık mıdır? Bunu öğrenmek istiyorum. Bu kavganın temelinde ne var? Dile katkısı ne olacak? Bunu öğrenmek istiyorum.

BAŞKAN – Peki, teşekkür ediyorum. Buyurun Sayın Güven.

ALAETTİN GÜVEN (Kütahya) – Sayın Başkanım, değerli arkadaşlarım; ben de Sevgi Özel Hanım’a teşekkürlerimi ilettikten sonra, burada şu cümle dikkatimi çekti benim. “Bu nedenle bu komisyon Türkçedeki bozulma ve yabancılaşmanın araştırılmasını, belirlenmesini gerçekten amaçlıyorsa” derken, tabii, bizim bireysel bir temsili özelliğimiz var, bir de 550 milletvekilini, Türkiye Büyük Millet Meclisini temsil eden bir özelliğimiz var. Gerçekten amaçlama, biraz burada… Gerçekten amaçlıyoruz, hafif falan değil. Hakikaten bu amacımız kesin, böyle hedefimiz olduğu için bu komisyon kuruldu ve biz buradayız. Ve ben özel olarak gerçekten amaçladığını da göstermek için Sayın Başkanıma yolda telefon ettim. Kütahya-Ankara arası üç buçuk saattir. Ben iki buçuk saat varken ikiye, Kütahya’dan hareket ettim, Allah’a şükür, kazasız Ankara’ya ulaştım, iki yüzü herhâlde ilk defa geçtiğim bir ulaşımdı. Dolayısıyla, komisyon gerçekten bu konuyu amaçlıyor. İlk defa olduğu için önemli diye düşünüyoruz. Bu noktada hiçbir kuşkunuz ve şüpheniz olmasın ve zaten bunu belirtmek için söyledim, gerçekten amaçlıyorsa, hedefine ulaşmak için, sizin şu saydığınız beş başlık altında konular halledilirse, gerçekten bu problem, tarih seyrini de bugüne kadar gelmiş şekliyle, bundan sonra olacak şekilleri de halletmiş oluyor mu diye bir sorum olacak, oldu daha Türkçesi. Bu altı mesele halledilirse bu problem çözülüyor mu? Bizim kurulma amacımız da, halledersek gerçekten bitiyor mu? Bundan sonra böyle bir şey söz konusu olmayacak mı problem olarak gelecek kuşaklara diye sorum oluyor.

İkincisi, gerçekleri göz göre göre çarpıtmak ve Atatürk yaşarken dilde devrimden yana olan aydınlar, Atatürk öldükten sonra devrimden vazgeçmişler. Aydın kelimesiyle, ben gerçekleri göz göre göre çarpıtmak ve bir zaman öyle bir zaman da böyle, aydın özelliğini kapsıyor mu… Eğer böyleyse bu şeyler, bunlara aydın denebilir mi diye sorum olacak. Üçüncüsü…

RECEP GARİP (Adana) – Yalnız, 38’de vefat ettikten sonraki süreç 50’den sonra başladı bu… Olayı iyi gözlemlemek lazım, arada bir on ki yıl var.

ALAETTİN GÜVEN (Devamla) – Ben burada aydın kelimesini… Yani,i bu sözcüklerle aydın kelimesi uyuşmuyor benim kanaatimce. Ben, şahsen “ulus”ta, dilin fonetiği diyorlar, yahut da ses yapısı itibarıyla “ulus”ta bir irilik ve kapsayışlık hissediyorum, “millet”te de bir incelik ve zarafet. Daima benim gönlüme böyle bir yansıması oluyor. Bu kanaatimde acaba haklı mıyım? Siz de aynı kanaatte misiniz? “Veroni” İtalya’da bir kentmiş, siz burada ifade ettiniz, ben de yeni öğrenmiş oldum. Tabii, herhâlde bu işyerini açan vatandaşımız Karadenizliymiş. “Ver oni”yla ifade etmiş. Acaba,o vatandaşımızın aklından geçen, şive farkını özellikle oraya koyması yanlış mı, doğru mu? Hedefi öyle olsa, doğru olur mu? Ben teşekkür ederim.

BAŞKAN – Müsaade ederseniz…

(…)

EYYÜP SANAY (Ankara) – Sevgi Hanım, İstanbul’da “Millet Caddesi” ver, Ankara’da “Ulus” var. Ulus diyoruz, bu kelime bir tamlamaya muhtaç mı?

SEVGİ ÖZEL – Hepsi birbiriyle ilgili aslında sorduklarınızın.

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Discovery’de, yabancı bir televizyonda, Litvan’ya tarafında oturan bir hanım konuşturuyorlar. Diyor ki hanım: “Anam ulusumuzun aşamağını pişirir.” Karainmiş bunlar, Yahudi Karain. “Anam ulusumuzun aşamağını pişirir. Bu âdet kaldı atalarımızdan” diyor. Bakın, hepsini anlıyoruz. Gelenek dese anlamayacağız, bir de böyle sıkıntı var. “Kıbın koyun etinden yapılır” diyor, bizim çevirmen “kıbın kuzu etinden yapılır” diye çeviriyor. Koyunla kuzu sanki aynıymış gibi. Birazcık da, evrensel, bütün Türklerin konuştuğu bir dil…

MEHMET ÇİÇEK (Yozgat) – Bir tek cümle söyleyebilir miyim.

Hocam, bu belgeyi verdiniz, bu belge tarih boyu tartışılıyor. Ne hikmetse, Atatürk’ün bu vasiyetinin hiçbir maddesi Atatürk’ün söylediği tarzda uygulanmamış. Garibim, burada, Sabiha Gökçen’e bir ev verilsin diyor, Makbule’den bahsediyor.

SEVGİ ÖZEL – Hepsi uygulanmış yaşadıkları sürece. 83’e kadar bu maddede de uygulanıyordu ki değişti.

MEHMET ÇİÇEK (Yozgat) – Atatürk ve Makbule Hanım…

SEVGİ ÖZEL – Hayatta değiller artık, yaşadıkları sürece uygulandı.

MEHMET ÇİÇEK (Yozgat) – Atatürk ve Makbule Hanım’la ilgili son yazılan belgesel eserlere bakıyoruz, gerçekten hepsi mağdur olmuş. Bu mağduriyetin giderilmesi… Size katıldığımı söylemek için söylüyorum. Yani, vasiyet, vasiyettir. Bir kimse bir şeyle ilgili vasiyette bulunmuşsa o vasiyete uyulmalıdır. Ben onu savunmak için söylüyorum. Yani, uyulmalıdır, fakat ne hikmetse hiç uyulmamış. Cumhuriyet Halk Partisinin elinden alın bakayım şimdi, mahkemeye verdiler almak için.

SEVGİ ÖZEL – Şimdi, ben oraya da geleceğim efendim, vasiyete de geleceğim.

BAŞKAN – Değerli arkadaşlar, gerçekten, güzel de sorular soruldu. İnanıyorum ki, konu biraz daha açılacak. Şimdi, tabii, bir ihtiyaçtan doğdu. Bakın, biz, Türkiye’de yıllardır dil ve kelimeler üzerinden kavgalar yaparken alfabeyi de kaybettik. Dün işte, olmasın diyen, yeni kelimeler üretelim derken, şimdi bizim olmuş kelimelerin yerine ya da sözcüklerin yerine başkaları alfabesiyle, harf sesleriyle geliyor ki, gerçekten burada dilimiz kaybetti. Mustafa Bey’in dediklerine ben katılıyorum. Biz, burada, istifade ettiğimiz ortak aklı devreye sokacağız. Aslında bizim sıkıntımız ne biliyor musunuz, ortak aklı derken, ortak akıl diyorsa,. Kafandakini kastediyor. Yani, böyle bir ön kabulümüz var bizim milletçe, bunu aşabilirsek inanıyorum ki birçok meseleyi aşacağız.

Ben sırf konuya açıklık getirme bakımından bir şey ifade etmek istiyorum, Şimdi, işte, Atatürk’ün Güneş dil Teorisiyle ilgili söylediği ve başka da kaynağın olmadığını sizler ifade ettiniz ve daha sonra da, Alaettin Bey’in dediği gibi, döndünüz, o kişilerle ilgili -ben sırf açıklık getirmek, konu daha iyi açıklansın diye-  onlar bu fikirlerinden maalesef döndü şeklinde takdim ettiniz. 26 Eylül 1934, Atatürk’ün gönderdiği bir mesaj var: “Dil Bayramı’ndan ötürü Türk Dili Araştırma Kurumu Genel Özeyinden, ulusal kurumlarından birçok kutun bitikler aldım. Gösterilen güzel duygulardan kıvanç duydum, ben de kamuyu kutlarım. “ Şimdi, yani, Atatürk’ün bu devriminin üç aşaması oldu, 32 ile 34, 34’le 36 ve 36’dan sonrası. Şimdi, daha önce, yani, yeni, öz Türkçe kelimeler kullanan Atatürk, 27.9.1937De gönderdiği bir mesajda. “Dil Bayramı münasebetiyle Türk Dil Kurumunun hakkındaki duygularını bildiren telgrafınızdan çok mütehassis oldum, teşekkür eder, değerli çalışmanızda muvaffakiyetinizin temadisini dilerim” diyor. Yani, o kelimeleri kullanmamış. Ata’nın, bana göre, tezini kuvvetlendiren, yani bir başka belge, bilgi var mı ifadesi var.

Şimdi, bir başkası, gerçekten çok tartıştığımız konulardan bir tanesi. Cemiyet mi, kurum mu, akademi mi? Şimdi, cemiyete niye karşı çıkıyoruz? Bağımsız diyoruz, bağımsız değil ki, cemiyetin başkanı kimdir? Millî Eğitim Bakanıdır, bizzat Millî Eğitim Bakanı başkanlık yapmıştır.

MUSATFA GAZALCI (Denizli) – Sonradan vazgeçildi.

BAŞKAN – 51’den sonra. 51’deki kurultayda, biraz devrimci bir anlayışla, ki zaten biraz da sıkıntı, hep karşı tarafı suçlamanın bir anlamı yok ki. Yani, toplumun kabul etmediği birçok kelime. Alıştığı kelimeyi, sen kitabı atıyorsun, bitik diyorsun. Ben 60’da öğrenciydim. Sizinle akranız biz. Yani, ben o zaman, belki de kitap okumama, kitabı sevmeme en çok sebeplerden bir tanesi, anlamadığım birçok kitabın, birçok metinin karşım açıkmış olması, yani bir problem bu.

Şimdi, mesela, ben not aldım. Yani, bakın, dil kültürdür. Her kelimenin yüklendiği bir sürü mana var. siz bu kelimeyi kaldırır atarsanız kültürü yok edersiniz. Yani, siz, hayatın yetine yaşamı getirdik, ikisi de kullanıyor, ama bunlar birbirini tam, motamot karşılamıyor ki. Yani, yeri geliyor yaşam… Geçen bir arkadaş örnek verdi, “hayatım” diyorsun, ama “yaşamım2 demiyorsun. Yine, “yürek”le “kalp”, ikisi birbirini karşılamıyor ki. “Kalpli”, “yürekli”, manaları farklı ve üstelik de edebiyatımızda, yani birçok deyimimizde tonlarla görev üstlenmiş. Yani, kültürü yok ediyoruz bir bakıma. Yani, şimdi, Mustafa Bey, biz, yani kelimeleri tutalım, bir kelime tutuculuğumuz yok, ama bunlar bizim, bunların üzerine bir kültür bina etmişiz. Siz, bu kelimeleri yok ettiğiniz zaman binayı çökertiyorsunuz. Yani, mesela, “akıl”la “us.” Aslında “us” aklı karşılamıyor ki. “Us” biraz daha uslu manasına bir mana yüklersen olur, ama, “akıl” la “us” ve tutmadı da nitekim.

Şimdi, burada, en azından bizim anlaşmamız gereken şudur. Tamam “us” da olsun “akıl” da olsun, ama, bırakın kararı kullananlar versin, yani zaman versin. Yani, yoksa, şimdi, evet, işte, Arapça ya da Farsça kökenli birtakım, mesela, külahları bundan dolayı kabul etmedik. Ne oldu? Yani “milli eğitim” milli, çamurlu bir eğitim ya da göze çekilen mil ya da ne bileyim, işte, bir manası yok ki. Siz onu kaldırdığınız zaman bir manası yok. Öbür taraftan, siz, evet, bunlar yabancı ekler diyoruz atıyoruz da, peki, sala, sele, ele, ala ne diyeceğiz? Tamam, medreseyi yabancı diye attık, okul ne kadar Türkçe? Şimdi, şurada anlaşmamız gerekir diye düşünüyorum. Doğrudur, aldığımız kelimeyi bizim yapabilmeliyiz. Şu anda problem o. Bizim yapmadan alıyoruz şu anda, olduğu gibi alıyoruz. Şimdi, skalayı almış, iskele yapmış. Klimayı biz aldık, iklimden gelen. Geçende de söyledim, eğer Osmanlı olsaydı, o yanlış yaptılar dediklerimiz olsaydı, klimayı, klima olarak kesin almazdık ya iklimlik yapardı ya da iklimleme yapardı, yani bizim yapardı, daha kolay söyleyeceğimiz bir durumla karşı karşıya… Yani, gerçekten, şu anda, dilimize karşı, ki dilin şahsında milletimize karşı bir saldırı var. Dil yoksa, millet yok. Şimdi, biz kendi aramızda birtakım kavgalar verirken dilimiz gidiyor. Şimdi, kalkacaksın, sen, işte, bir kelimeyle birlikte İngilizce öğrenmek mecburiyetindesin, başka türlü o kelimeyi söylemen, okuman, bir manası yok ki. Geçen burada yine ifade edildi, bir defterdarlıkta acil çıkış kapısına, işgüzarlık olsun diye, vur deyince öldüren cinsteniz ya “exit” yazmış. Deprem oldu, yangın oldu, “yahu durun ben İngilizce öğreneyim mi” diyecek? Ben, yine, bana bir mesaj gelmişti, füme, cafe bir de end işareti (&), restoran. Aradım, dedim ki., açılışı varmış, ya böyle bir davetin altında, ben anlamadım dedim. Bu, mife, cafe nedir falan dedim. İzaha çalıştı falan. Dedim ki, “sizin müşterileriniz herhâlde hep İngiliz olmalı.” “Yoo, Türk” dedi. “Ben anlamadım” dedim, “bak bana bir şey ifade etmedi, ben şimdi gelemeyeceğim” dedim. ” dedim. Ama, anlasaydım ve ondan sonra bir şey söyledim: “Bakın, bu ülkenin herhangi bir taarruza maruz kaldığı zaman hayatımızı ortaya koyuyor musunuz arkadaş; koyuyoruz, bakın, dile, Türkiye’yi yok ediyorsunuz siz. “ “Özür dilerim, ben bunu böyle düşünmemiştim” dedi. Doğrudur, eğridir, ilk yapacağım iş de bunu ortadan kaldırmak.

Bir başka konu da yeni kelimelere ihtiyacımız var. Yani, dünya çok hızlı, bundan yüz yıl önceki kadar gibi değil, şimdi çok kelime ihtiyacımız var. Şimdi, doğru olanı, “tutsat”’ta olduğu gibi, tutulu satış, kendimiz ürettik yeni bir kelimeyi, kesinlikle doğru bir şey. Üretemedik, o zaman, herkesin yaptığı, ya bir başkasının kelimesini alacaksın… Benim yapmam gerekmez mi? Ben, sırf bu konulara bir açıklık getirelim, yani, dilimizi de kısırlaştırmayalım; yani, artık, herhâlde buraları aştığımız noktadayız diye düşünüyorum ve bu komisyon da, çok iyi bir ürün çıkaracak. Yani, Meclis tarihinde ilk. Daha önce siz geldiniz, ama, onun görevi değil. Vatandaşların birtakım şikâyetleri… Belki o toplantılar bizi buraya getirdi, yani, en azından ihtiyaç olduğunu gördük. Her birimizin dil uzmanı değiliz, ama, bu ülkenin çocuklarıyız. Ben, buraya gelmeden önce, okullarda eğitim nasıl oluyor diye okullara gittim. Tesadüfen Maraş’ta Atilla Bey’in eşinin sınıfına girdim. Yani, en az bilesiniz ki, herkes dertli. Yani, nereye korsanız koyun, hangi kelimeye sahip çıkarsa çıksın, o da dertli, yeni kelime diyen de dertli. Bir ortak şeyimiz var, bir derdimiz var, burada ortağız. Şimdi, çözümde bir orta yol bulabilirsek, biz tarihi bir görev yapmış olacağız diye düşünüyorum. Teşekkür ediyorum.

MUSTAFA GAZALCI (Denizli) – Dil ne zaman sığlaşır, zenginleşir? Bunu da öğrenmek istiyoruz gerçekten.

SEVGİ ÖZEL – Sorularınıza teşekkür ederim Sayın Başkan, sizin açıklamalarınıza teşekkür ederim. Ama, ben, yine de konuşmama  başlarken, ilk size dilekçe niyetine sunduğum önyazımda “ne olur, biraz önyargılarımızdan sıyrılarak dinleyelim” ricasında bulundum. Şimdiye kadar, bu tür sayısız toplantıya katıldım. Mecliste az yapıldı, ama, üniversitelerin toplantılarına, ortak çözüm, ortak akıl üretme toplantılarına katıldım. Bakın, siz benim bir saati bulan konuşmamın bir yerinde şu sözcükler atılmalı şunlar alınmalı ya da 1932’den 2997’ye kadar herhangi bir “Dil Devrimi” savunanın bir yazısında, bin metninde, lütfen –hiçbiriniz dilci değilsiniz ama ben dilciyim…

BAŞKAN – Hiçbir rahatsızlığımız olmadı.

SEVGİ ÖZEL – Hayır. Bir yazı, bir buyruk, bir yasak, bundan sonra “imkân” kullanılmayacak “olanak” kullanılacaktır biçiminde bir çağrı gördünüz mü? Bir kaynakta rastladınız mı? Lütfen…

EYYÜP SANAY (Ankara) – Konuşmanın genel çerçevesinden çıkar o.

SEVGİ ÖZEL- Hayır, efendim. Diyorsunuz ki, tam Sayın Başkanın da sorusuna geleceğim. Deyimlerden eski sözcükler çıkar mı, çıkmaz mı? Şimdi, buradan başlıyorum. Soruların çoğunun….

BAŞKAN – Konuya açıklık gelsin, orta bir yol bulalım. Çok iyi gidiyoruz.

SEVGİ ÖZEL – Hayır, hepsi aynı doğrultuda.

MUSTAFA GAZALCI – Sevgi Hanım, siz bizi hareket ettirdiniz. Güzel oldu.

SEVGİ ÖZEL – Bakın, soruların çoğu böyle. Saf dil var mı? Türkçeden kelime atmak zorunda mıyız? Millî, saadet varken, öbürleri ne olacak? -sal, -sel ekiyle gelen sözcükler, özgeçmiş sözcüğü… Genellikle hepsi birbiriyle ilgili. Hepsi aynı çerçevede dönüş dolaşıyor soruların. Sözcük kavgası… Müdahale etmek gerekir mi; gerekmez mi? Kim yabancı? Buradan yola çıkarak, dilimiz zenginleştirilmeli mi; zenginleştirilmemeli mi? Bazı soruları sorarken ya da bazı yargıların arkasında, yanında dururken, aslında, aynı soruları sordu arkadaşlarımızın, sayın milletvekillerinin çoğu. Aşağı yukarı, birkaçıyla ya da çoğuyla aynı kuşağın insanlarıyız, yaşıtız.

Deyimleri Türkçeleştirene rastladınız mı siz hiç ya da böyle bir buyruk verene? Ama,l bir yazar öykü yazıyor, ister Arapça kullanır ister Türkçesini kullanır; ona kim karışabilir? Deyimi bozuyorsa, dil bilinci eksiğidir. Deyimleri, atasözlerini bugüne kadar, “kalp”in yerine “yürek” yazacaksın… Ne böyle bir buyruk var ne böyle bir yönlendirme var… Dil Devriminin yetmiş beşinci yılındayız. Yetmiş beş yıllık akış içinde hiç kimse hiçbir kaynaktan böyle bir bilgi gösteremez. Yok böyle bir şey. Konuşmamın bir yerinde dedim ki: “Kimsenin gücü dilden sözcük atmaya yetmez, ne kişilerin ne kurumların.” 1967’de, bir yasak sözcük listesi yayımlandı. Ben, lise öğrencisiydim o zamanlar, ertesi yıl üniversiteye gittim. O, yanlış anımsamıyorsam, bulurum, Sayın Başkan, o listede sizin soyadınız, “erdem” sözcüğü yasaktı. Bunların hepsi yanlıştı.

MUSTAFA GAZALCI (Denizli) – 12 Eylül mantıksızlığı işte.

SEVGİ ÖZEL – Hayır efendim 1960’da. Süleyman Demirel’in Millî Eğitim Bakanının listesinde. Size çok kısa bir öykü anlatmak istiyorum. 1972 yılında, ben, o zaman Türk Dil Kurumunun genç çalışanlarındanım. Fransa’dan Türkiye’ye Millî Eğitim Bakanlığına bir mektup geliyor. Bu, kaynaklarda var, Millî Eğitim Bakanlığının arşivinde de bulunabilir. !Sizin Dil Devriminizden yararlanmak istiyoruz, öncüsünün kararlılığıyla çok başarılı olmuştur. Fransızca, İngilizce sözcüklerin saldırısıyla yüz yüze diyor.” Diyor. Tarih nedir? Bakın, 1972 veya 1973. Kaç yıl önce? O sırada, Türkiye’deki Milî Eğitim Bakanı Ali Naili Erdem’di sanıyorum, yine sözcük yasaklamakla meşgul. Ama, ister, istemez…

BAŞKAN – Soy ismini o mu yasakladı?

SEVGİ ÖZEL – Evet.  İster istemez, yeniden Türk Dil Kurumuna başvuruyor. Türk Dil Kurumu genel yazmanı Ömer Asım Aksoy, çok uzun bir rapor hazırladı, Millî Eğitim Bakanlığına gönderdi. Gönderilip gönderilmediğini bilmiyoruz. Fransa, 1974 ya da 1976’da bir yasa çıkardı. Ama, bunu çıkarırken, bizim deneyimimizden yararlandı bir ülke. Bunu kimse bilmiyor, hiç kimse düşünmüyor. Şimdi, hiç kimse anımsıyor mu “imkan” diyen cezalandırıldı mı? Benim bütün sınıf arkadaşlarım “Ecevit Türkçesiyle konuşma uydurukça konuşma” diye sürülen, soruşturma sonucu okul değiştiren, başka kente giden…

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – O zaman, aksi de var Sevgi Hanım.

SEVGİ ÖZEL – Hayır, aksi yok. “İmkân” dediği için soruşturma geçiren var mı?

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Var tabii.

SEVGİ ÖZEL – Hayır yor, kesinlikle yok. Kimse iddia edemez.

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Ecevit dönemlerinde oldu.

SEVGİ ÖZEL – Hayır, kesinlikle yok. Kimse iddia edemez.

MUSTAFA GAZALCI (Denizli) – Arapça konuştu diye sürmezler.

SEVGİ ÖZEL – Yok. Çünkü, ısrarla söylüyorum, bu toplantının dışında, lütfen, bana kanıtlayın. Ben öbürlerini size kanıtlarım. Ama, ne olur, artık bu tartışmaları bırakalım. Ben bu tartışmalara girmemek için dedim ki: Hiç kimsenin gücü, hiçbir kurumun gücü yetmez, sözcükler yan yana giderler. Bakın, şimdi “millî”, “ulusal”… “Muvaffakiyet” sözcüğü… “Başarı” niye öbürünün önüne geçti? Çünkü “muvaffakiyet” hem zor söyleniyor, hem onlarca yazım biçimi var.

BAŞKAN – Ona hiç itirazımız yok.

SEVGİ ÖZEL – O zaman, bizim istediğimiz bu işte. Hep de bu yapıldı. Ama şimdi deniyor ki… Bağışlayın Sayın Başkan, siz de konuşmanızda dediniz ki “kimse sözcük atmasın, bunlar yan yana gitsin.” Kimsenin sözcük attığı filan yok, atamaz. Geçenlerde, Türk Dil Kurumu Başkanı bir açıklama yaptı: “Kadınları aşağılayan sözcükleri, sözlüklerden, deyimlerden atacağız.” İstediğin kadar uğraş, sözlükler çıkar, atamazsınız, kimsenin gücü yetmez. Kadınları aşağılayan sözcükler gibi erkekleri aşağılayan sözcükler de var sözlüklerde. Bütün dünya dillerinde var.

Bakın, deyimler, atasözleri bu anlamda Türkçeleştirilemez. Onlar, tarihsel metinlerimizdir, öyle kalır. Hiç kimsenin böyle bir çabası da olmadı. Ben otuz beş yıldır Türkiye Türkçesiyle ilgili çalışan, Türk Dil Kurumunda bilimsel çalışmalara da katılan biriyim. Türkiye Türkçesinin söz dizimi… Yaşam öykümü çıkarmışsınız zaten. Hiç kimsenin böyle bir çabası da olmaz. Bu tarihsel, dil kendi akışını kendi rayını sürdürür, ama, dile karışmak doğal mı; yoksa karışmamak mı gerekir diye sordu Eyyüp Bey. Bakın, emek verilmeyen hiçbir şey büyümez, gelişmez; insan da. Dil insan gibidir. Eğer hiç dokunmasaydık, bilimsel, teknolojik, sanatsal gelişimlerle dilinize giriyor işte sözcükler. Bilgisayarı karşıladık..

EYYÜP SANAY (Ankara) – O manada söylemedim ben.

SEVGİ ÖZEL – Hayır… Öbür türlü de karışacağız tabii anlaşamıyorsak. Tevfik Fikret’in şiirlerini Tevfik Fikret’in yaşadığı dönemin gençleri anlayabiliyor muydu? Yine sözlükle anlıyorlardı. Niye toplumu bu konuda kandırıyoruz? Ömer Seyfettin yazıyor işte, diyor ki: “Çarşıda bir tek Türkçe lügat yoktu.” Ömer Seyfettin’in -Bilgi Yayınevi yayınları içinde çıktı- lütfen dil ve sanat yazılarını alıp okuyunuz, ne kadar yakındığını…Şimdi, uç noktalar alıp, Atatürk’ün sözlerinde de… Atatürk’ün  1927’deki, 1934’teki, 1935’ten önceki konuşmalarında, İsveç Kralını karşıladığında da çok Türkçe bir konuşma yapar…

BAŞKAN – 1934’ten önce ama…

SEVGİ ÖZEL – Evet. Ben de dinazorlara karıştım biraz. Atatürk’ün masasında oturan, o dil tartışmalarını yaptığı, Dilaçar, Ömer Asım Aksoy, Agah Sırrı Levent gibi insanlarla konuştum, o günleri anlattılar bize. Şimdi, o konuşmaları yaptığımda, örneğin, İsveç veliahtını karşılama konuşmasında, 39 tane öztürkçe sözcük kullanır, onların 11-12’si Savaş öncesi, kendini Türk olarak tanımlamayan bir ulus. Hamdullah Suphi diyor ki. “Savaş için Anadolu’ya ilk kez geçtiğimizde, bizim için meçhul bir ülkeymiş.” Hiçbir şeyini bilmiyorlar bir ülkenin; ne dilini ne nasıl yaşadıklarını… Bir grup aydın ya da Osmanlı aydınları kendi aralarında tartışıyorlar. O kadar çok tartışıyorlar ki, şimdi, biz yeniden döndük dolaştık, 1910’lardaki, 1915’lerdeki tartışmalara yeniden geldik. Bugün tehlike çok büyük. Soruların büyük…

BAŞKAN – Buradaki şey şu: Tamam, 1934’te Atatürk’ün konuşması öyle. Ama, Atatürk, Güneş Dil Teorisini, işte, dilde çıkılmaz hâle geldikten sonra, Güneş Dil Teorisiyle devreye girdi ve bakın, onu da destekleyen…

SEVGİ ÖZEL – Sayın Başkan, hiç ilgisi yok. Güneş Dil Teorisinin açıklamasını verdim size.

BAŞKAN – Sadece açıklık için. Bakın, bende başka şeyler de var. Ben dilci değilim, ama, iki üç senedir bu işe kafa yordum. Bakın, 1937’de, bu da aslını kuvvetlendiriyor, yani, 1937’deki mesajı farklı, 1934’teki farklı, yani, ondan “bitik” diyor, başka kelimeler var…

SEVGİ ÖZEL - Sayın Erdem, o zaman, cep kılavuzlarının önsözlerini okuyacaksınız. Türk Dili Kurultay kitapları, 1936’daki Güneş Dil Teorisinin, kurultay tutanakları yayımlandı. Bütün ayrıntısıyla onları okuyacaksınız.

BAŞKAN – Bakın, şu söz de Atatürk’e ait değil mi? Yani, “ketebe, kütübe Arabın, kitap kalem benim.” Bu tarihlerden söylenen… Şu anda onlar var da hangi tarihlerde söylediğini hatırlayamıyorum.

SEVGİ ÖZEL – Atatürk adına başkasının yazdığı bir yazıda geçer onlar ve ona mal edildi. Atatürk’ün altında imzası olup olmadığını şu anda anımsamıyorum, ama, böyle bir tartışma da daha sonraları üretildi. “Yazaç” sözcüğü önerilir cep kılavuzlarında, Atatürk’ün döneminde ve gazetelerde duyurulur.

BAŞKAN – Kaç yılı?

SEVGİ ÖZEL -  1930’lu yıllar. 1933-1934 filan olabilir.

BAŞKAN – Tamam. Öyle zaten.

SEVGİ ÖZEL – Bakın, ama, “kalem”i atacaksınız, ne Atatürk döneminde ne sonrasında, “yazaç”ı alacaksınız diye bir dayatma yok. Lütfen, önce bundan sıyrılalım. “Eğer gerçekten amaçlıyorsa” cümlesinden kastım buydu. Bir dayatma yok. Kimse…

BAŞKAN – Sevgi Hanım, problem nerede biliyor musunuz?

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Bin yıldır bir milletin kullandığı kelimeye alternatif bir kelime uydurma yanlıştır.

SEVGİ ÖZEL – Neden?

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Yanlıştır.

SEVGİ ÖZEL – Efendim, bir dakika, terkipleri son derece zor yazıyorsunuz.

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Bakın, o sizin hafızasınızdır. Onda bin yılın hatırası vardır. Bin yılın yüklediği anlam vardır. Yani, dünyada böyle bir çalışma da olmamıştır. Bunun örneği yok.

SEVGİ ÖZEL – Efendim, var. Dünyada dil devrimi yapan tek ülke Türkiye değil. Lütfen…

EYYÜP SANAY (Ankara) – Dil devrimi yapılan ülkeler elbette var canım.

SEVGİ ÖZEL – Dünya kadar var ve hepsi de bizim gibi çalışmışlar yapmayın. Lütfen.. Bunlar çok uzun…

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş)- Var, ama, bu kadar her kelimeli kaldırıp atacak kadar…

SEVGİ ÖZEL – Dünya kadar Latince sözcüğü atmış Almanlar.

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Almanca sözlükte “ezan” kelimesi var bakın. Kaç yüz sene önce Gothe bir şiirinde kullanmış diye var. Düşünebiliyor musunuz?

SEVGİ ÖZEL – Kimse sözlüklerinden sözcük atmıyor. Terkipleri kullanmanız mümkün mü?

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Terkip Türkçeye mal edilmemiş zaten.

BAŞKAN – Avni Bey, müsaade eder misiniz. Sevgi Hanımı dinleyelim. Yalnız, şurada Ali Naili Erdem’i örnek verdiniz. Oraya gitmeye gerek yok. Daha beş yıl önce okullarda İstiklal Marşı’na vücut veren kelimeler yasaklanmıştı. Şey doğru, yani, yasak olmamalı, ama, bu toplum devam ettiriyorsa, bırakın devam ettirsin, ettirmiyorsa, yaşatmanın da mücadelesini vermenin anlamı yok.

SEVGİ ÖZEL – Ama, bakın, bir tek Bostancıoğlu’nun yasağını ben anımsamıyorum, ama, ders kitaplarında…

EYYÜP SANAY (Ankara)  – Genelge var.

MUSTAFA GAZALCI (Denizli) – Yasak değil de…

SEVGİ ÖZEL –Ders kitaplarından cımbızla sözcük ayıklanıyor, lütfen… içinde bulunduğumuz dönemde de… Okullarda hâlâ öğretmenler uyarı alıyorlar.

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) - :Bu, her dönem yapılmıştır ve…

SEVGİ ÖZEL – Hâlâ yapılıyor. Ben de diyorum ki, bakın, bunlardan…

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Esas yanlış olan, ben işime gelirse hatırlamam. Siz de işinize geleni hatırlamıyorsunuz. Çünkü, olaya çok katı ve ideolojik bakıyorsunuz.

SEVGİ ÖZEL – Dile ideolojik bakılamaz. Bu yanlış bir suçlama. Bakılamaz.

AVNİ DOĞAN (Kahmaranmaraş) – Ali Naili Erdem’inkini hatırlayacağınızdan eminim. Metin Bostancıoğlu’nu hatırlamanız mümkün değil.

SEVGİ ÖZEL – Üç beş sözcük. Niye hatırlamayayım?

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Çünkü, Atilla İlhan’ın bir şiiri var, hangi tarafa kulaklarımızı kabartmışsak aksi tarafa sağır oluyoruz. Bizim problemimiz bu.

SEVGİ ÖZEL – Yönlendirilen bütün sorulardaki problem de bu. Lütfen..

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Ben Mecliste, kürsüde konuştum… Lütfen…

MUSTAFA GAZALCI (Denizli) – Sevgili Başkan, 11 kişiyi çağırdık burada, hiçbir konuşucuya… Benim de eski konuşanlar içinde hoşuma gitmeyen yaklaşımlar bölümler oldu, durdum.

BAŞKAN – Mustafa Bey, olay şu:  Aslında güzel gidiyoruz. Bakın, gerçekten Sevgi Hanım farklı bir şey sundu ve iyi gidiyoruz. Kelimelerden hiç rencide olmayalım. Ortak aklı başka nasıl bulacağız?

SEVGİ ÖZEL – Sayın Başkan, konuşmamın birçok yerinde dedim ki, siyasal araç olarak bakmayın, bakılmıyor. Ben bir araştırmacıyım, bir yazarım, dilciyim. Otuz beş yıllık çalışma yaşamının hiçbir noktasında, şu sözcüğü kullanırsam acaba benim hakkımda ideolojik olarak böyle mi düşünürler… Asla, ben dil işçiliği yapmakla yükümlüyüm. Eğer Türkçenin sorunlarına çözüm arayacaksak, dil işçiliği yapanların emeklerine ve ürünlerine öncelik tanımakla sizler de yükümlüsünüz. Milletvekili olabilirsiniz, yüce Meclisin çatısı altında olabilirsiniz, ama, işin uzmanlarına kulak vermek zorundasınız.

EYYÜP SANAY (Ankara) – İşte onun için siz bir dil bilimcisiniz.

SEVGİ ÖZEL – Aynı zamanda dil işçiyim, roman ve öykülerim var.

BAŞKAN – Eyyüp Bey, karşılıklı şey yapmayalım da…

Çözüm ne burada? Problemler belli. Çözüm noktasında ortaya net şeyler korsak, inanıyorum ki…

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Sorularımıza cevap verirse…

SEVGİ ÖZEL – Soruların çoğu, eski sözcükler dilden atılmalı mı; kalkmalı mı? Hatta, Sayın Başkan da öyle özetlediği için oradan başladım.

Konuşmamda da belirttiğim gibi, kimse dilden sözcük atamaz, onu yineliyorum. Sözcükler kendileri yan yana giderler. Onların birisini, zaman içinde, yazarlar, çizerler ve halk kullanmaz olursa, onlar kendiliğinden dilden düşerler. Dil devrimiyle…

BAŞKAN – Şu cümle önemli. Bakın, şurada altını çizerek alacağım…Öyle değil mi Mustafa Bey? Çok önemli bir olay.

SEVGİ ÖZEL – Ama, biz bunu yetmiş beş yıldır söylüyoruz Dil Devrimi doğrultusunda düşünenler.

BAŞKAN – Ama, siz de örnek verdiniz, uygulamalar maalesef öyle değil.

SEVGİ ÖZEL – Hayır uygulamalar…

MUSTAFA GAZALCI (Denizli) – Sizi bölmek için değil de…

Avni Bey, demin diyor ki, bin yıldır kullanılan bir şey, artık gerçekten o kadar kendini vererek… Ben Avni Beyi de hepinizi de seviyorum ama… Ona öyle bir şey yüklüyor ki, onun yerine, diyelim ki, herkesin benimsediği, severek kullanacağı bir sözcüğü koysak, bir süre beraber gitse, o bin yıldır kullanılan şey gittiği zaman, yoksullaşıverecek, kültürümüz gidiverecek gibi bir duygu içinde. İşte bu da bir tutuculuk tırnak içinde, yani, ben diyorum ki, o anlamı bizim güzel Türkçemizde, kökü sağlam, eki işlek Türkçemizde birisi bulsa, halk bulsa, uzman bulsa, yazar bulsa, Avni Bey’in duyguları, bin yıldır, bin yaşında olmuyor bir insan ama, o bilinçle onu söylüyor.

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Aramayın kardeşim. Bu kadar yerleşmişse aramayın.

BAŞKAN – Giderse gider zaten.

SEVGİ ÖZEL – Bu işte, bize öncü olan özellikle cep kılavuzları çalışmalarını başlatmakla bu işin öncüsü Atatürk’tür. Cep kılavuzları Atatürk’ün döneminde çalışılmıştır, 1934-1935. Oradaki karşılıkların birçoğu tutmamıştır. İşte önerirsiniz. Atatürk, Türk Dil Kurumunu bu nedenle dernek olarak kurmuştu. Bir devlet kurumunun yaptığı her iş devletin ülkenin her yanına yayılması gereken buyruğudur. Özerk çalışsın, önersin, bir dayatma, yasal zorunluluk, buyruk olmasın diye. Şimdi, Türk Dil Kurumu devlet dairesi olduğu için, artık “okeylemek” devlet ağzıyla söylenmiş bir sözcüktür. Yanlış mıyım?

BAŞKAN – Ama şimdi… Ben aslında girmek istemiyorum. Dışarıda bekleyen bir misafirimiz var.

Buradaki problem aslında, kelimeler atılsın, atılmasındanda öte, kurum noktasına gelince, bakın, devlet kurumu diyorsunuz. O kurumun başında Millî Eğitim Bakanı var. Şimdi, kurumun başında Millî Eğitim Bakanı falan değil… Yani, devlete bağlılık daha az, kanaat olarak söylüyorum.

SEVGİ ÖZEL – Sayın Başkanım, 1951’deki olayı anımsatmak istiyorsunuz.

Türk Dil Kurumunun arşivindedir. Demokrat Parti iktidar olur olmaz, Demokrat Partinin Millî Eğitim Bakanı kurumları arayıp ilk toplantılarına başkanlık edip, bundan sonra genel kurulunuzu yapın… Orada arşivde, Millî Eğitim Bakanının başvuruları. O yönetim kuruluna katıldığında, toplantı tutanakları… Bir kısmını yayımlıyor zaten…

BAŞKAN – Şimdi, cemiyet hâline getirirsek Millî Eğitim Bakanı…

SEVGİ ÖZEL – Biz artık Türk Dil Kurumunun başında olmak istemiyoruz. Atatürk dernek olarak kurmuş, tüzüğünüzü değiştirin diyor. O kadar. Bu çok eski hikâye. Oralara gitmenin anlamı yok.

BAŞKAN – İsterseniz, toparlayalım.

SEVGİ ÖZEL – Sorun, ikincisi, değerli milletvekilleri, dünyanın hiçbir yerinde saf dil yoktur, arı dil yoktur, tarihin hiçbir döneminde de olmamıştır. Uluslar, toplumlar, ülkeler, siyasal, ekonomik, teknolojik alışverişleri gereği birbirlerinden sözcük alır sözcük verirler. Türkçe başka dillerden sözcük almıştır, sözcük vermiştir. Ama, ne yazık ki, Türkçenin öyküsünde hüzünlü olan, en çok alan olmuştur, veren olmanın ötesinde.

Anadolu’ya Türkler geldiğinde, ilk karşılaştıkları İtalyanlardan, Rumlardan aldıkları bütün çiçek, bütün yemek, bütün denizcilik adları Türkçe değil biliyorsunuz çoğu, ama, Türkçenin söylenişine uymuş. Dil Devriminin şu aşamasında, şunu atalım da yerine Türkçe koyalım… Ama zorunluluk geldiğinde, söylenmesi zor, yazım sorunu olan, çoluk çocuğun, toplumun kafasında kavram alanı, çağrışım alanı açmayan sözcüklere elbette Türkçe karşılıklar bulunacak. Bu ulus Türkçeyle düşünmez zorunda. Türkçeye güvenini azalttığımız için, işte şimdi yabancı sözcük saldırısı bu nedenle var. Şuna “okul” dedik, “okul”, “mektep” yan yana gitsin bırakın. Niye birini yasaklıyorsunuz? Niye özeli? Siz “millî” deki “^” imini… Yine kızacaksınız ya da tepki göstereceksiniz, söyleyeceğim, Türk Dil Kurumunun…

BAŞKAN – Hayır… Bakın, bizi yanlış anladınız. Anlaşmak için bunları söyleyeceksiniz, anlayalım.

SEVGİ ÖZEL – Türk Dil Kurumunun 1985 kılavuzunda nispet “i”si diye gösterdiği, koyduğu sözcüklerin pek çoğunun nispet “i”siyle ilgisi yok. Yani, nispet “i”sini doğru kullanmak ve doğru seslendirmek için  Arapçayı da Arapçanın yazımını da bilmeniz gerekli. Oysa, Hâkkari-Şemdinli’de olaylar yaşandı. “Hâkkari”de  “^”  imi var değil mi Sayın Başkan? Bütün televizyonların dış sesi “Hakkari’nin Şemdinli ilçesi” diye başladı. Demek ki, marifet işarette değil, kulakla ve gözle… Konuşma dersi koyun okulda. Konuşma dersi koyun. Azeriler canı isterse kullanıyor “^” imini, istemezse kullanmıyor. Ama, hiçbir Azeri “kâr” ile “kar”ı karıştırmıyor. Çünkü, kulakla ve gözle dili öğretmemiz lazım. Bir an önce konuşma dersi vermemiz lazım. Milletvekillerimizin… Ben en çok Meclis Televizyonunu izlerim.

BAŞKAN – Bu düzeltme işaretleri sizce olmamalı mı?

SEVGİ ÖZEL – -k ve –g’den sonra hiç kalkmadı efendim. “Rüzgâr”, “dükkân”, “sükûn”, “dergâh:” Hiç kalkmadı. Yazımları aynı, anlamları ayrı,”hala”, “hâlâ”; “alem”, “âlem”  gibi sözcüklerden hiç kalkmadı. Bir tek nispet “i” sini Arapça başka sözcüklerle karşılaştırma ve anlam değişikliği olacağını düşündüğümüz için onu kaldırdık. Yoksa, öteki sözcüklerden hiçbir zaman kalkmadı. Bu soruya…

RECEP GARİP (Adana) – Hocam, kullanım zorluğundan bahsettiniz. Kullanım zorluğuna örnek verebilir misiniz?

SEVGİ ÖZEL – Bilseydim, getirirdim, ama, 1985 kılavuzundan örnekler verdim. Belki…

RECEP GARİP (Adana) – Mesela “muvaffakiyet” kelimesi, belki kullanım zorluğu olarak söylenebilir, “başarı”yı tercih etmiş olabilir.

SEVGİ ÖZEL – Çok var.

RECEP GARİP (Adana) – Mesela, biraz önce söylediniz, o “ki”nin üzerindeki “^”nın “millî” kelimesi gibi, ya da “ğ” kullanmamız gereken yerde, eğer biz çocuklarımıza bunu öğretmezsek…

SEVGİ ÖZEL – Kulakla, gözle dili öğretmek zorundayız.

RECEP GARİP (Adana) – Hocam, kesinlikle doğru. Yani, mutlak surette kulağa ve göze bunun hükmetmesi lazım, yüreğe işlemesi lazım.

SEVGİ ÖZEL – Bağışlayın Recep bey, sorun ne biliyor musunuz? Hızlı çözüm, konuğunuz gelecek. Bu ülkede ses laboratuvarı kurulması lazım bilimsel açıdan. Yoksa, Sevgi Özel’e göre, Eyyüp Bey’e göre, Sayın Başkana göre olmaz. Dünyanın her yerinde insanlar ses laboratuvarını kurmuşlar, seslerin nasıl yazılacağını gösteriyorlar. Biz, hâlâ bireylerin kulaklarıyla duyduğu işaretleri koymaya çalışıyoruz. Teknolojiden yararlanmamız lazım artık.

RECEP GARİP (Adana) – Hocam, doğru da… Yalnız Türk Dili Alfabesini oluşturulduğunda “ğ” diye bir harfi bize vermişler “ş” diye bir harf vermişler. Ben niye “ş” harfini terk edeyim, “ğ” harfini terk edeyim? “Ağlamak” kelimesini elbette ki ben öğreteyim. Çocuk bunu kulağında şekillendirsin, hafızasına bu kaydı düşsün, ama, “ağlamak” kelimesini “aglamak” olarak nasıl okuyayım?

SEVGİ ÖZEL -  İşte, bakın, ben konuşmamın bir bölümünde onu da söyledim. Konuşma dersi olmadığı için, bölgesel ağız özelliklerini kaldıramıyoruz.

RECEP GARİP (Adana) – Hocam, bu bize ufuk gösterir, der ki, mutlak surette konuşma dersi verilmelidir.

SEVGİ ÖZEL – Millî Eğitim şûralarına, benim bildiğim -benim katıldıklarım da vardı- Emin Özdemirler, başka uzmanlar en az beş altı kez önerdiler. Şûra kararlarına bakınız. Kaç kez?.. Son yirmi yılda, bilgi birikimim arttıkça, ben yalnızca bu konuda en az 15 tane yazı yazdım. Konuşma dersi verilmediği sürece, Meclisteki milletvekillerimiz de yanlış konuşmayı sürdürecek, laiklik derken zorlanacak, demokrasi derken zorlanacak, “inkilap” diyecek “inkılap” diyemeyecek. Ne yazık ki, bunlar, kulakla ve gözle dili öğretemediğimiz için. Bunların dil sorunlarıyla çok yakından ilişkisi var. Bütün sorular birbirine bağlıydı. Sal-sel eki Divânü Lügati’t-Türk’ten bu yana gelen birçok Türkçe sözcükte var.

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – İlk kumsalda var herhalde. Sevgi Hanım, ben öyle biliyorum, yanılıyor muyum…

SEVGİ ÖZEL – Sayın Hocam, Sayın Milletvekili, bir tek sözcüğümde bile varsa, eki benim, kökü benim. Arapça…

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Ben itiraz etmiyorum ki. Yani, aslında, sal eki Moğolca’da çok kullanılıyor.

SEVGİ ÖZEL – Bakın, Talim Terbiye üyesi geçen gün televizyonda konuşuyordu, geçenlerde, ismi lazım değil. Milli, milli, milli deyip duruyordu. Şimdi ulusal eğitim derseniz…

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) – Şimdi, Sevgi Hamım, bakın, biz, sal eki kullanalım.

SEVGİ ÖZEL – Hayır, ben başka bir şey söylüyorum.

AVNİ DOĞAN (Kahramanmaraş) - Ama bilelim ki, bu, Moğolca bir ek ve sal ekiyle kumsalda kumluk çıkıyor, tarihselde tarihi çıkıyor, yüzeyselde yufka çıkıyor. Ürettiğiniz kelimeler sal ekiyle, yani, bir kurala, doğru dürüst bir kurula uygun kelime üretilemiyor.

SEVGİ ÖZEL – Ön yargılı bakmayın, hepsi de mis gibi Türkçe kelimeler. Türkçe’yi sevin ne olur, Türkçe’yi sevin. Bakın ben size bir hikâye anlattım. Kaşgarlı Mahmut’tan bu yana, insanlar, Türkçe’yi korumaya çalışıyor. Nedir bu dilin yazgısı ya! Bizim gibi insanlar yüzünden…

BAŞKAN – Bakın, Günay Bey’in tam bir saatini aldık.

SEVGİ ÖZEL - O zaman şöyle toparlayayım: En son altı önerim gerçekleşse, bu sorunlardan kurtulur muyuz dedi bir sayın milletvekili. Büyük ölçüde kurtuluruz, büyük ölçüde yol alırız. O büyük ölçüde alacağımız yolla, edindiğimiz öz güvenle, moralle, gerçekten, çok daha hızla, dört elle Türkçe’ye sarılırız. Ben buna yürekten inanıyorum. Çünkü, Türkçe’nin müziğini dinlettiğimiz, duyurduğumuz gençlerin yabancı dille öğrenim görmelerine karşın, Türkçe’nin müziğini duyduklarında Türkçe’ye nasıl dört elle sarıldıklarını yıllardır görüyoruz.

BAŞKAN – Sevgi Hanım, konuşmanız bitti mi?

SEVGİ ÖZEL – Evet. Soruların çoğu birbiriyle ilgiliydi. Bir şeyi daha söyleyeceğim: Dilimiz zenginleştirilmeli mi, zenginleştirilmemeli mi? Bağışlasın, gitti sayın milletvekili ama, ben böyle bir soruyu bile  -tabii ki bütün diller zenginleşecek- doğru bulmam. Atatürk’ün dille ilgili, dinle ilgili konuşmalarından örnek verdiniz. Atatürk, Balıkesir’de bir camide, tapınmanın, ibadetin Türkçe olması için Türkçe hutbe okumuş bir insandır. Bunu da biliyorsunuzdur sanıyorum tarihsel akış içinde. Çok fazla zamanınızı almamak için, ben, bu öyküyü, bu akışı kısaltarak getirdim, ama çok yakında Şerafettin Turan’la yazdığımız kitapta hepsini bulacağız, belgeleriyle, kaynaklarıyla. Birde, belgesiz, kaynaksız konuşulmamasını bu Komisyondan rica ediyoruz. Belgesiz, kaynaksız sav ileri sürülmemesini rica ediyoruz.

BAŞKAN – Peki, teşekkür ediyoruz.

Sevgi Hanım, Türk Dil Kurumunun burada uzmanları var. Onların da bazı konulara tabii açıklık getirme hakları var konuşmalar karşısında.

SEVGİ ÖZEL – Türk Dil Kurumunun uzmanları var, devlet kurumu olduğu için. Dil Derneğinin uzmanları dinlenmiyor ama.

BAŞKAN – Efendim?

SEVGİ ÖZEL – Dil Derneğinin uzmanları hiç izlemiyor ama sizleri.

BAŞKAN – Buyursunlar, buyursunlar.

SEVGİ ÖZEL – Çağrılmadık efendim, bir tek ben çağrıldım bakın. Demek ki, Türk Dil Kurumu bütün…

BAŞKAN – Buyurun Hatice Hanım.

HATİCE MALKOÇ (TDK Uzmanı) – Teşekkür ederim. Şimdi, bir kavram kargaşası konuşmalarda yaşandığını düşünüyorum. Dil inkılabı ile tasfiyeciliği birbirine karıştırmamak lazım. Atatürk’ün vazgeçtiği şey dil inkılabı değil, dildeki aşırı tasfiyeciliktir ve yapılan yanlıştan dönmek de büyük bir erdemdir, bunu fark ederek dönmek. Söylediği sözü hemen aktarayım, yani, yanlış anlaşılmaya neden olmasın.

MUSTAFA GAZALCI (Denizli) – Dil devrimini mi demek istiyorsunuz?

HATİCE MALKOÇ – Hayır, yani, dili Türkçeleştirelim derken, dilimizi kısırlaştırmış, söz varlığını yok etmiş…

SEVGİ ÖZEL – Yine döndük, aynı yere geldik.

BAŞKAN – Müsaade eder misiniz Sevgi Hanım.

HATİCE MALKOÇ – Müsaade ederseniz, bu cümleyi aktarayım, Atatürk’ün sözüdür, benim sözüm değil. “Türkçe’nin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Dili bir çıkmaza sokmuşuzdur, maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur. Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır. Biz daha önce kurtarmaya bakalım.” Bu sözden sonra da siz örneğini verdiniz.

SEVGİ ÖZEL – Falih Rıfkı Atay’dan aktarma yapıyorsunuz. Ben az önce onu aktardım, arkasından tarihlerini verdim.

HATİCE MALKOÇ – Yani, siz nasıl kaynaklara dayanarak konuşuyorsanız, ben de -tarihi bir eserdir- bundan aktarıyorum, kendi sözüm değil. İkincisi…

SEVGİ ÖZEL – Atatürk’ün de değil, Falih Rıfkı Atay’ın sözü.

BAŞKAN – Müsaade ederseniz…Buyurun.

HATİCE MALKOÇ – İkincisi, hukukun üstünlüğünden bahsettiniz bu miras meselesinde. Hukuk kararını vermiştir. Türk Dil Kurumu, Atatürk’ün mirasından payını almaya devam etmektedir. Dolayısıyla, hukukun verdiği karar şudur: Türk Dil Kurumu, bugün, Atatürk’ün kurduğu kurumdur. Bu kararı vermiştir ki, biz davayı kazandık ve Atatürk’ün mirasını kuruma almaya devam ediyor.

Kadınları aşağılayan sözlerin sözlüklerden çıkarılması meselesine gelince, Türkçe sözlükten bunlar çıkarılmadı. Sadece ilköğretim okulları için hazırlanan sözlüklerden çıkarıldı. Bu da, hitap ettiği kitle nedeniyle uygun görülmediği için çıkarılması uygun bulundu.

Şimdi, dayatma meselesi dediniz. Türk Dil Kurumunun önerdiği kelimeler de… Yabancı Kelimelere Karşılıklar kitabımız var. Önsözünü okursanız, dikkat edin, öneri olduğunu bilhassa vurguluyoruz. Dil bünyesine uygun olanı kabul eder, olmayanı reddedir. Nitekim böyle olmuştur. Eğer yaptıklarımız dayatma olsaydı, bugün, siz de onları zaten kabul etmiş olacaktınız. Yani, devlet kurumu ile dernek…

SEVGİ ÖZEL – Hiç anlamadım bu son yaptığınız açıklamayı, yeniden yapar mısınız lütfen.

HATİCE MALKOÇ - Şimdi dediniz ya, “okeylemek” işte devletin sözlüğünde yer aldı, bu bir dayatmadır. Eğer dayatma olsaydı, herkes kabul etmiş olacaktı, demek ki bir dayatma değil. İsteyen istediği kelimeyi kullanabiliyor.

Sal-sel meselesine gelince, kumsaldaki sal-sel ile bugün kullanılan sal-sel birbirinden farklıdır. Nispet “i”sine karşılık olarak kullandığımız sal-sel şöyle, Batı kökenli nation-national, onun sonundaki al ekine benzeterek, ulus, ulusal yapmışız. Dikkat edin, oradaki sal değil, ulus-al. Oradakini sal gibi algılayıp, başka her kelimeye de getirmişiz, sanki nispet ekinin karşılığı bir sal-sel eki varmış gibi. Yanlış bir örneklemedir, ama yaygınlaşmıştır, kullanılıyor. Teşekkür ederim.

BAŞKAN – Peki, biz teşekkür ediyoruz. Sevgi Hanım teşekkür ediyoruz.

SEVGİ ÖZEL – Benim, bu açıklamalara söyleyecek hiçbir şeyim yok. Bilimsel bir şeyi yok. Devletin bir kurumunun çıkardığı sözlük okullara giriyorsa, “okeylemek” girer, sadece ona yanıt verdim.

BAŞKAN – Buyurun Betül Hanım.

BETÜL YILMAZ (TDK Uzmanı) – Sayın Başkanım, sayın milletvekillerim; şimdi, Sevgi Hanım, uzun yıllar Türk Dil Kurumunda, eski Türk Dil Kurumunda uzmanlık yaptığını söyledi. O zaman bilmesi gerekir, Türk Dil Kurumu sözlüğünde gelenekleşmiş bir yapıdır. Evet, “okeylemek” vardır. Fakat, okeylemenin karşılığına baktığınız zaman, onaylama maddesine gönderir. Dolayısıyla, Türk Dil Kurumu okeylemeyi kabul etmiyor, ancak Türkçe’yi konuşan insanlar arasında okeylemek lafı olduğu için ve anlamını öğrenmek isteyenlerin bakması için okeylemeyi madde başı olarak almış, fakat onaylamada, onaylamak maddesinde karşılığını vermiştir.

SEVGİ ÖZEL – Sayın Uzman, çok özür dilerim, ben böyle bir bilimsel açıklama duyacağımı hiç beklemiyordum.

BAŞKAN – Müsaade eder misiniz.

BETÜL YILMAZ – Hayır bilimsel açıklama… Bu gelenektir. Çok daha önceden…

SEVGİ ÖZEL – Böyle bir gelenek yoktur.

BAŞKAN – Ya birbirimize saygı duyalım, müsaade edin Sevgi Hanım.

BETÜL YILMAZ – İkincisi, Sayın Sevgi Özel, imla kılavuzlarındaki değişikliklerden bahsetti. Fakat şunu unutmasın, ben, 2003 yılında, sizin, Dil Derneğinin yazım kılavuzundaki tutarsızlıklar diye Türk Dil Dergisinde bir makale yayınlamıştım. On sayfa tutmuştu ve dahası da vardı, fakat yayımlamadık. 1973, 1975 ve 1978 yıllarında yapılan değişikliklerin haddi hesabı yoktur. Bu yüzden dilde değişiklik normaldir, doğaldır. 1996-2000 ve 2005 yılları arasında yapılan değişikliklerde de sadece nispet “i”’lerinde ve “L”den sonra gelen a ve u üzerinden şapkanın kaldırılması konusunda bir değişiklik yapılmıştır. Başkaca bir tutarsızlık olduğunu da sanmıyorum, çünkü o kılavuzun çalışma kısmında ben de vardım.

Bir de, Atatürk, terimlerde Türkçeleştirmekten vazgeçmemiştir. Her şeyde geriye dönüş yaşanmıştır. Daha doğrusu, İslam Dini ile bağlarımızın koparılmaması açısından, kültürümüzle bağlarımızın koparılmaması açısından hâlâ hazırda kullanılan kelimelerin atılmasına kendisi de karşı çıkmıştır. Ancak, terimlerde Türkçeleştirmekten vazgeçmemiştir, sadece terimlerde ve geometri terimleri de kendisi bizzat Türkçeleştirmiştir. Bu konuyu da özellikle belirtmek ve vurgulamak isterim.

BAŞKAN – Peki, teşekkür ediyoruz.

EYYÜP SANAY (Ankara) – Sözlüğe baktım ben. “Okey” diyor, bakınız diyor onaylamaya…

SEVGİ ÖZEL – Efendim, madde başı aldınız mı, söz varlığını almışsınızdır demektir. Ben sözlükçüyüm aynı zamanda.

BAŞKAN – Bitirdik artık. Efendim, teşekkür ediyoruz. İnanıyorum ki, en güzel toplantılardan bir tanesini yaptık. Katkılarınız için teşekkür ediyoruz. Sağ olun.

SEVGİ ÖZEL – Ben de teşekkür ediyorum, ama bağışlayın, çok umutlu ayrılmıyorum bu Komisyondan. Yetmiş beş yılın otuz beş yılına katılmış bir insanım. Çalışmalarımla hâlâ Türkçe’ye, bazı konulara ön yargılı bakmayı sürdürüyoruz. Sadece Türkçe’yi sevin ve Türkçe sözcükleri yargılayıp sorgulamayın, sorun burada çözülür.”

* * * *

      Bu komisyon kurulduğunda sevinenler oldu; erken sevinenlerin hızını kesmek istemedik. Yukarıdaki konuşmalar, sanırım TBMM’deki vekillerin Türkçe sevgisinin ölçüsünü gösterir. Bu komisyon üyeleri adı geçen olimpiyatlar için kimbilir ne denli heyecanlanmışlardır? Ya komisyona oturtulan resmi TDK uzmanlarının soru ve açıklamaları? Uzman sözcüğünün anlamını yeniden düşündürecek boyutta değil mi? Bizleri kavgacı, uzlaşmaz belleyenlere duyurulur.

      Dil Devriminin 75. yılında, 12 Temmuz 1932’de kurulan Türk Dil Kurumu’nun 75. yaşında Türkçe devlet gözüyle böyle seviliyor, böyle korunuyor işte! Türkçeyi mi seviyorlar; yoksa hak edilmeyen gücü mü, emek verilmeden elde edilen orunları, ünü şanı mı?

      Yaşam boyu Türkçeyi sevecek, sonsuza değin Türk Devrimine, Dil Devrimine sahip çıkacağız! Böyle biline!


 
BAŞYAZI
ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ
Kasım 2024 - 441. Sayı
TÜRKÇE SÖZLÜK
YAZIM KILAVUZU
 
     
facebook twitter