AnaSayfa Kuruluş: 22 Nisan 1987
Dil Derneği, Bakanlar Kurulunun 24.07.2002 tarih ve 2002-4812 sayılı kararı ile kamu yararına çalışan dernektir.
 
DİL VE BASIN KURULTAYI-21 Mayıs 2016

DÜŞÜN(ME)ME ÖZGÜRLÜĞÜ!

DİLSİZLEŞTİRİLMEK İSTENEN BASIN!

Dil Derneğimizin Çankaya Belediyesi desteğiyle düzenlediği Dil ve Basın Kurultayı 21 Mayıs 2016’da, Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi Yaşar Kemal Salonunda içtenlikli bir ortamda yapıldı. Alt başlığı “Düşünme(me) Özgürlüğü! Dilsizleştirilmek İstenen Basın!” olan kurultay yakın geçmişte yitirdiğimiz Prof. Dr. Şerafettin Turan’a, Oktay Akbal’a, Tarık Dursun Kakınç’a, Prof. Dr. Tahsin Yücel’e adandı.  

Sunuculuğunu Ali Nihat Yavşan'ın yaptığı kurultay, Dil Derneği Başkanı Sevgi Özel'in açış konuşmasıyla başladı. Özel, konuşmasında bilge önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü, tüm Dil Devrimi savaşımcılarını, emek veren aydınları andı. Çankaya Belediyesi yöneticilerine, diğer çalışanlarına teşekkür etti.

12 Eylül 1980 askeri darbesi darbecilerinin aydınlanma kurumlarına, kalıtlarına karşı kıyım düzeyindeki saldırılarını, Atatürk’ün Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’nu kapatmalarını; Türk Dil Kurumunu oluşturan aydınların Dil Derneği’ni kurma yönündeki çalışmalarını, Dil Derneği’nin dönemin sözde seçilmiş yönetimince, kurulması yasak derneklerden sayılması sürecini, anılan aydınlarca verilen uzun soluklu tüze savaşımı sonucunda Dil Derneği’nin kuruluşunu anlattı. Özel “Tutuculuğu, bağnazlığı merkez sağ diye yutturdular; bugünlerdeyiz. Gericiler Dil Devrimine, Harf Devrimine neden düşmandır? Bunun nedeni Harf Devrimiyle dinsel sömürü, yazı ilişkisinin koparılmasıdır. Umutsuz değiliz; ama günümüzde diğer alanlar gibi Türkçe de en karanlık dönemini yaşıyor. Basında ise yalan, ihanet, aymazlık akıyor,” dedi.     

Dil ve Basın Kurultayının ilk açıkoturumunun başlığı “Yargıyla Basın Arasındaki Dil Köprüsü”ydü. Açıkoturumu yöneten Orhan Bursalı İtalya’da bir pazar yerini gezerken duyduğu Türkçe tümcelerin nasıl bir sıcaklığı, birlikteliği oluşturduğu anısıyla başladığı konuşmasında, “Basın geçmişte olmadığı kadar toplumsal görevinden uzaklaştırılmış, yozlaştırılmış, baskılanmış durumdadır. Basının özelliklerine bakıldığında parçalanmışlık, internet gazeteciğinin yaygınlaşması, iktidarınsa her tür basın üzerine baskısı görülüyor. Bilişim, internet gazeteciliği-televizyonculuğu basın tekellerine karşı demokratik basını güçlendirmek yönünde olanak da yaratıyor. Yargı ise en derin yaramız; yargının da iktidarın amaçları için kullanılmasının ağır sonuçlarını yaşıyoruz. Ne ki toplumda güçlü bir direniş de var. Umutsuz olunmamalı. Prof. Dr. Aziz Sancar’la Hacettepe Üniversitesi buluşmamızı anımsıyorum; Nobel Kimya Ödülünü kazanma başarısının temelinde cumhuriyetin güçlü eğitim dizgesinin olduğunu söylediğinde salondakilerin tümü dakikalarca ayakta alkışladılar. Özellikle üniversitelerde dipdiri bir direniş gözlüyorum,” dedi.

Tevfik Kızgınkaya, Mustafa Ekmekçi ile Jülide Gülizar’ı anarak başladığı konuşmasında hukukun da basının da kamusal yarar sağlayan görev alanları niteliğini vurguladı. Ortak paydalardan birinin kamusal görev, diğerinin ise “bağımsız” zorunluluğu olduğunu belirtti. Tevfik Kızgınkaya “Yargı eşitlik temelinde karar verir. Yargıçlar yasalara ve vicdanlarına bağlıdır. Gazeteciler gerçeği esas alır. Bağımsız yargı ve bağımsız basın demokrasinin de güvencesidir. Eski Barolar Başkanı Özdemir Özok da bu yönde görüş belirtir. Toplumun bilgi alma hakkı önemli ve değerlidir. Anayasanın 28. maddesi, Basın Yasasının 3. maddesi sözkonusu toplumsal hakkı düzenler, güvence altına alır. Günümüzde yargı ile basın arasındaki dil köprüsü çok güçsüzdür; neredeyse yok denecek durumdadır. 2007 yılına kadar ağır aksak da olsa işleyen bu köprü bu tarihten sonra, Ergenekon ve diğer adlar verilmiş davalar süreciyle ortadan kalktı. İktidar yargıyla birlikte basını buyruğu altına aldı; çıkarlarına aykırı gördüğü gazetecileri işlerinden, kurumlarından attırır oldu. Aynı baskıya dürüst yargı görevlileri de uğradılar. 2010 anayasa referandumu darbe özelliğindedir. Adaletin ortadan kalkması dil bağını da yok etti. 2000 yılından bu yana yaklaşık 2000 gazeteci işinden kovuldu. Yüzlerce gazeteci bu dönemde şiddete uğradı. Bu arada görevlendirilmiş, iktidara hizmetle görevli sözde gazeteciler ortaya çıktı. özellikle kıyım olaylarında ilk yapılan iş, yayın yasağı koymak oldu. Bu bağlamda iktidarın basını ile iktidarın yargısı arasında köprü bolluğu yaşandı, yaşanıyor. Gelecekte gerçek yargı ile basın arasında demokrasinin gereği, sağlıklı dil ve köprü kurulacaktır,” dedi.

Ömer Faruk Eminağaoğlu konuşmasının başında “Yargının ve basının dili var mı?” sorusunu yöneltti. Ömer Faruk Eminağaoğlu şöyle sürdürdü: “Benimsenmiş ortak kodları içeren, açık, anlamlı dil olacak ki yargı ile basın arasında bağ oluşabilsin. İktidarları denetleyecek olan yargı ile basındır. Bu denetim demokrasinin zorunlu koşullarındandır. Yargı ve basın gerçeğin ardında olmalı ve iktidarın etkisine girmemelidir. Türkiye’de yargı da basın da kendi diliyle değil iktidarın diliyle ortaya çıkıyor; gerçeğin dilini değil bu baskı dilini kullanıyor. Devrimler de karşıdevrimler de kendi hukukunu oluşturmuş, kullanmıştır. Eşitlikçi olan devrimlerinkidir. Türk Devrimi hukukunu oluşturdu. Bu hukuk dili 1961’de tamamlanmaya çalışıldı. 1971’de ve 1980’de ise devrim birikimine karşı hukuk ve dil yaratıldı, uygulandı. Demek ki yargı artık iktidarın dilini bırakmalı, kendi diline dönmelidir. Buna zorunludur. Cüppe giymekle yargıç olunmaz! Yargıçlık Türkiye’de olmayan bir kimlik. Bu kimliği yeniden var etmek gerekiyor. Ne ki kimlerin yargıç olacağını Adalet Bakanlığı belirliyor. Ayrıca yargı dili teknik bağlamda da sorunludur. 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Yasasının 202. maddesi, ‘Esas hakkındaki mütalaanın verilmesi üzerine sözlü savunmasını, kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ettiği başka bir dilde yapabilir. Bu durumda tercüme hizmetleri, beşinci fıkra uyarınca oluşturulan listeden, sanığın seçeceği tercüman tarafından yerine getirilir. Bu tercümanın giderleri Devlet Hazinesince karşılanmaz’ biçiminde yapılan ek düzenlemeyle Türkçe dışında istenen dilde savunma yapılabilmesi durumu oluşturuldu. Yabancı ülke uygulamalarını da inceliyorum, hiçbir ülkede böyle bir durum yok. Adil yargılanma sömürüsüyle çokdilli yargılama, savunma Türk yargısına sokulmuş oldu. Oysa yasa maddesinin önceki düzenlemesinde ‘Sanık veya mağdur, meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmiyorsa mahkeme tarafından atanan tercüman aracılığıyla duruşmadaki iddia ve savunmaya ilişkin esaslı noktalar tercüme edilir’ hükmüyle çevirmen hakkı zaten tanınmıştı. Anayasa Mahkemesine bu konuda yaptığım başvuru da kabul edilmedi. Böylelikle Türkiye yargısının dili kalmadı,” dedi.

Barış Terkoğlu ise bilgisunar (internet) gazeteciliğinin çok yoğun, âdeta yarış koşullarında, beş on dakikada haber girilen, yenilenen bir gazetecilik türü olmasının Türkçeye özeni de olumsuz yönde etkilediğini belirtti. Barış Terkoğlu şöyle dedi: “Nicelikten çok nitelik önemlidir. Devrimlerde devrimciler sayılmaz. Fransız Devrimini kaç devrimcinin yaptığını söyleyebilir misiniz? Dile gelince halk içinde yaygınlaşan bir tutumu dille ilgili, iktidarın egemenlik diliyle ilgili görürüm. ‘Suçsuz olsa neden hapse atsınlar’ çarpık bakışı basınla yargı arasındaki iktidar dilinin en somut göstergelerindendir.” Terkoğlu temel yargı sözcüklerinden birkaçının Dil Derneği Türkçe Sözlük’ündeki tanımlarını, karşılıklarını okudu. Gazetecilerin bu kavramların hiçbirini doğru kullanmadıklarını, örneğin gözaltına almayı bile tutuklanma diye yazdıklarını, yansıttıklarını söyledi. Barış Terkoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Siyasal davalar mahkemede değil, toplumun ortasında görülen davalardır. Son on yılda iktidar basınına verilen görev kirletme, kişilik haklarına saldırı görevidir. Suriye’de kafa kesenlere silah gönderiyorsanız; hırsızlık, yolsuzluk yapıyorsanız tanıkları, gerçeği bildiren gazetecileri ortadan kaldırmaya çalışırsınız. İktidar kendi ağzına bakacak, ne istenirse onu yazacak 'sözde gazeteci' istiyor. Bu tür bir sahte gazetecilikledir ki Türkiye’de insanlar gözaltına alındıkları gün suçlu ilan edildiler, âdeta idam edildiler.”

Kurultayın öğleden sonraki ikinci bölümünün ilk açıkoturumunun başlığı “Siyasada, Ulusal ve ‘Sosyal Medya’da Çatal(laşan) Dil” idi. Açıkoturumu usta Dilci Emin Özdemir yönetti. Emin Özdemir dil ile basın ilişkisinin önemini vurguladı. Özdemir “Türkiye’de gazeteciler kalemin ve sözün onurunu koruyanlar ve korumayanlar olarak ayrılıyorlar. Ne yazık ki kalemin ve sözün onurunu korumayanlar sayıca çoklar, yaygınlar. Oysa dil toplumsal yapıya dayanır ve toplumsal yapının en önemli kurumlarından, güçlerinden biri basındır,” dedi.

Sağaltım için yurtdışında bulunduğundan buluşmaya katılamayan Tuncay Özkan kurultaya gönderdiği iletide düşüncelerini özetle şöyle belirtti: “Egemenler insan yaşamının dil denilen mucizesine de düşmanlar. Dilimiz kendimiz olmanın ifadesidir. Karanlık ne kadar koyu olursa olsun bir yıldız ışığı o karanlığı parçalar atar. Zulmedenler boşa beklemesinler; kasabın bıçağını yalamayacağız!”                             

Merdan Yanardağ çarpıcı belirlemelerde bulunduğu konuşmasında “Dil siyasal, felsefesel araçtır. Dil yüklenir, arkasında bir yükü vardır. Devrim karşıtları ‘inkılap’ der, ‘istikşaf’ der, ‘külliye’, ‘refik’…der. Ergenekon basının diliydi; yalan üzerine kuruluydu.

Toplumun kültüründen beslenmeyen büyük yazar yoktur! Günümüzde ise öz kültürüne değil çevirmen başarısına dayanan yazarlık var. Örneğin Orhan Pamuk ‘şerefe’ diye yazmıyor, ‘caminin balkonu’ diye yazıyor. Ahmet Kabaklı’da okul yoktur, ‘sübyan mektebi’ vardır. Milliyetçilerin Arapça, Farsça, Osmanlıcayı; solcuların, aydınlanmacılarınsa öz Türkçeyi kullanmaları, savunmaları da ilginçtir.

Toplumumuz annesinin konuştuğu dilden utanır duruma getirildi. Gelişmiş bir toplumda görülecek bir şey değil. Ayrıca kendi diline karşı örgütlenmiş bir devlet anlayışı da var. İletişim fakülteleri de işlevsiz; dilini bilen gazeteci yetiştirmiyor. Televizyon kanalları özellikle canlı yayınlarında berbat bir Türkçeyle yayın yapıyorlar. 12 Eylül 1980 askeri darbecileri Atatürk’ün Türk Dil Kurumu’nu, Türk Tarih Kurumu’nu kapattılar. İktidarlar dile sürekli saldırıyorlar, giderek kendi egemenlik dillerini kurmaya çalışıyorlar; kitleyi etkiliyorlar. Günümüz iktidarı soldan aldığı, içini boşalttığı, içini çıkarı yönünde yeniden doldurduğu kavramları kullanıyor. Dilimizi kurtarmadan yeni toplumu kurmak olanaksızdır; dil en önemli simgedir. Dolayısıyla da iyileştirme önce basından başlatılmalıdır,” dedi.

Faruk Bildirici, önemli ayrıntıları açıklığa kavuşturduğu konuşmasında basının toplumsal etkisinin ne değin güçlü olduğunu vurguladı. Faruk Bildirici şunları söyledi: “Kimi insanlara Türkçeyle, dille uğraşmak gereksiz, boş çaba gibi geliyor. Oysa dile bakışınız mesleğinize verdiğiniz önemi de gösterir. Bizim yaptığımız dil yanlışları toplumda hemen yayılabiliyor. İktidara gelince, bu kadrolar cumhuriyetle kavgalıdır ve bu yapıları dillerine de yansıyor. Giderek onların düşüncelerini benimsemeyenler bile onların sözcüklerini kullanmaya başlıyorlar. Parti kısaltmalarının sözcüklerin baş harflerinden oluşturulması gerekirken, iktidar ‘AK Parti’ denmesi yönünde özellikle dayatmaktadır. Ayrıca uzun zamandır kadın sözcüğü yerine bayan sözcüğünün kullanılması içinde dayatma var. Örneğin spor takımlarında ‘bay’ takımı denmezken kadın yerine ‘bayan’ basketbol takımı biçimindeki kullanımlar yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Durum IŞİD kısaltması konusunda da böyle. TRT başta olmak üzere, iktidar basınında DEAŞ, DAEŞ kullanımları zorunlu kılınmış durumda. Ortada tam bir kargaşa var. Çok önemli bir konu da çocuklara verilen adlardaki değişimdir. Gelirken TÜİK verilerine baktım; geçmişte yaygın adlar Ahmet, Mehmet, Ayşe… gibi adlarken günümüzde Sedanur, Sümeyye, Muhammed, Yasin… gibi adlar yoğun olarak konulmaya başlandı.

Gazetecilerin görevi düzgün bir Türkçeyle, gerçek habercilik yapmaktır ama bu durum gözlenmiyor. Kuşkusuz iyi gazetecilik yapanlar da var ve gelecekte onlar anımsanacak. Bilinecek.”

“Basın Siyasallaşırken Dilsizleşiyor mu” başlıklı son oturumu yöneten Sevgi Özel tüm konuşmacılara, katılımcılara teşekkür etti. Dil ustalarımızı, yitirişimizin yıldönümünde usta Gazeteci Mustafa Ekmekçi’yi andı. Basının, siyasanın, dilin; üçünün de sorunlu olduğunu belirtti.

Ayşenur Arslan dört halife döneminde de dilin siyasallaştığını, Muaviye’nin İslamı siyasallaştırırken Arapçayı, İslam kültürünü Farslara dayattığını, Şialığın böyle doğduğunu, sömürgeci zorlamalara karşı oluştuğunu söyledi. Ayşenur Arslan sözlerini şöyle sürdürdü: “Günümüzde de Arap ideolojisi din üzerinden egemenleştiriliyor; ümmet üzerinden birlik amacıyla din ve Arapça sömürülüyor.

Din, Milliyetçi Cephe (MC) dönemlerinde de iktidarlarca kullanıldı. Basın da bu sömürünün etkili araçlarındandır. Muhalefet sözcüleri ‘ileri sürer’, ‘öne sürer’, ‘iddia eder…’ İktidar ise ‘açıklar’, ‘belirtir’, ‘söyler’, ‘anlatır…” Böyle bir ayrım oluşturulmuştur. Ayrıca sıklıkla duyduğumuz, okuduğumuz ‘Ölü olarak ele geçirildi’ tümcesinin berbatlığı!... İnsanlar nasıl ölü olarak ele geçirilebilirler? Ya öldürülmüştür ya yakalanmıştır. İktidara karşı olanlar ‘ölü olarak’ ele geçirilirler. Böylelikle toplumun bilinçaltına korku salınır, egemenlik kurulur, pekiştirilir. Yönlendirilmiş basın, iktidarın gücünün kanıksanmasını sağlar.

Uzun zaman var ki tartışmamız gereken temel konuları değil ‘Sayın Öcalanları’, PKK mi PKK mı, türünden anlamsız konuları konuştuk. Önemsiz demiyorum; ama temel sorunlarımız değildi. Örneğin anadili sorununu konuşmadık, tartışmadık.

Ayrıca basında dilin yanlış kullanımının örneklerinden geçilmiyor. 1976’da yapılan Dil Kurultayına katılmıştım; hiçbir şey değişmediği gibi her dakika ‘Selamünaleyküm’ denilen günlere geldik.”

Prof. Dr. Korkmaz Alemdar kurumların özerkliği konusuna ve tarihsel olaylara yoğunlaştığı konuşmasında yayılmacı güçlerin yalana dayanan propaganda yöntemlerini vurguladı. Korkmaz Alemdar şunları söyledi: “TRT’yi 1961 Anayasası özerk kılarken kamuyu bilgilendirsin, eşitlik ilkesine bağlı biçimde bilgilendirsin diye özerk kılmıştır; ama TRT muhafazakâr dönemlerde güdümlü yayın yapmıştır. Oysa salt kurum değil çalışanlar da özerk olmalıydı.

Geçmişle bağ kurabilmek için Osmanlıcanın öğretilmesinden yanayım; ama bu yaklaşımım aydınlanmacı kesimde benimsenmedi. Bu nedenle de bu önemli iş imam hatiplilere kaldı.

Amerika Birleşik Devletleri yakın geçmişte ilginç bir eyleme girişti; Fransız Devriminin olmadığı, sonuç doğurmadığı yönünde propagandaya, saldırıya girişti. Fransız Devrimiyle tasarlanmış biçimde alay etti. Bu eylem dünyada ve Türkiye’de iz bıraktı. Türk Devrimi için de aynı propaganda yapıldı. Türk-Yunan, Türkiye-Ermenistan, Türkiye-Kıbrıs ilişkileri dostluk ortamını ortadan kaldıran Türkiye’ymiş gibi sözkonusu propagandayla yönlendirildi, yayılmacıların isteklerine uygun duruma getirildi. Bu yönlendirme, bellek silme çalışmaları ders kitaplarına değin ulaştırıldı; ama bizim çocuklarımıza ulaşacağımız, ders kitapları dışında aracımız yokken diğer ulusların ders kitapları dışında da araçları, ortamları, kanalları olduğu göz önüne alınmadı.

Bir Osmanlı bilimi, eğitimi varmış gibi günümüzde medrese dönemine dönme çabaları var. Bu İslamcı, Osmanlıcı çevreler yetkin, bilimsel yapıtlar ortaya koydular da biz mi okumadık? Sözkonusu durum beraberinde yeni dili de getiriyor. ‘Sosyal medya’ çok ilginç ilişki biçimleri yaratıyor. Türkçeye zarar veriyor; ama bu yalnızca Türkiye’yle sınırlı değil, tüm dünya da özellikle kısalmalar üzerinden dili olumsuz etkiliyor. Dolayısıyla gençlerle, çocuklarla sağlıklı ilişkiler kurulmalı, onlardan öğrenmeye de çalışmalıdır. Geçmişle ilgili olarak her kesimin sorumluluğu var. Profesörlere, gazetecilere güveniniz ama her zaman da güvenmeyiniz; kendi aklınıza güveniniz!”

Kurultayın son konuşmacısı Can Ataklı’ydı. Can Ataklı etkili konuşmasında şu görüşlerini dillendirdi: “Dilsizleşme denince önce yozlaşmayı anlıyorum. Örneğin telefon kuruluşları sözcüklerden ünlüleri atarak, sözcükleri sözde kısaltarak gençlerin ilgisini çekmeye çalıştılar.

İktidar olunmazsa dil de düzeltilemez, iyileştirilemez. Ne ki karamsar değiliz.

Türkiye’de tutucu kesim Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Dil Kurumu’nun özleşme, varsıllaşma amaçlı çalışmalarına on yıllar öncesinden, sürekli karşı çıktı. ‘Örneğin’ sözcüğüne bile karşı çıktılar; sansür bile uyguladılar. Bu sansür yüzünden gülünç olaylar, rezaletler bile yaşandı basında, kurumlarda...

Oysa çok güzel sonuçlar alındı. Günümüzde kimse ‘kompütür’ demiyor, ‘bilgisayar’ diyor, yazıyor. ‘Print’ demiyoruz, ‘çıktı’ diyoruz… (Dinleyicilerden ‘Prof. Aydın Köksal’ın çabalarıyla’ seslenişleri). Demek ki istendiğinde yapılabiliyor. Ne ki 140 vuruşla her şeyin anlatılabildiği sanılıyor. Geçmişte ‘basın’ derdik, ‘medya’ kavramı çıktı; sorunlar, olumsuzluklar da bundan sonra arttı. Gazeteciler için ‘çay-simit’ simgesi vardı; gazetecinin çayla, simitle öğün geçirerek görevini özveriyle yaptığı anlaşılırdı bu simgeden. Günümüzde bu da değişti. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra gazeteciler farklılaştı. Bol parayla çalışan, iktidarın sözcüsü gibi yazan, konuşan gazeteciler türedi. Örneğin Güneş gazetesi… Meğer Güneş gazetesi çıkar savaşımının sözcüsü, baskı aracı olsun diye çıkarılmış. Bu gazete yönetimi Kuran dağıtmaya çalıştı, veremedi ve battı.

1990’lı yıllar basın dilinin bozulmasının miladıdır. Turgut Özal yönetimi radyo-TV yayımlarını serbest bıraktı; yasalaşması beklenmeden korsan yayımcılık başladı. Radyoların, TV’lerin bir anda çoğalması, bir sürü sözde TV-radyo sunucusu ortaya çıkardı ki bu gerçek de en büyük zararı Türkçeye verdi.

Ardından gazete sahipleriyle banka-finans kuruluşları, holding sahipleri aynılaşmaya başladı. Bu koşullar ahlaksal yönden basında ve finans alanlarında yozlaşmayı, aşınmayı hızlandırdı.

Gerçek basın eleştirelliği nedeniyle hiçbir iktidar tarafından istenmez. ‘Gazeteci satın almak’ diye bir tümce de yozlaşmanın, ahlaksal çöküşün sonucudur. Bu tümce günümüzde ‘gerçek’ anlamıyla yaşanıyor.

Önemli olan bağımsız alan oluşturabilme özgürlüğüdür; gerçek özgürlük budur. Engelli koşullar içinde, görece yakın durduğunuzu düşündüğünüz karşı siyasa yerlerini, kurumlarını da eleştiremez oluyorsunuz; böyle bir etkisi de var, hemen o yerlerce de tepkiyle karşılanıyorsunuz.

Şunları da belirtmeliyim: Basında ‘yaklaşık’, ‘kritik’, ‘adına…’ gibi sözcükler genellikle yanlış kullanılıyor. ‘Yaklaşık 21’ diye bir yazım olmaz.

Siyasal dil algı yönetmeye dönüştü; hep üste çıkmaya yarayan bir dil olarak kullanılıyor. Öte yandan yurtdışına yönelik dil ile yurtiçine yönelik dil de ayrı belirleniyor. Yurtiçine yönelik dilde seçmende yaratılacak algı amacı egemenken yurtdışı ilişkilerde hiçbir değişiklik gözlenmemekte, dış kurumların istekleri yerine getirilmektedir.

Sosyal medyada ‘hakaret’ algısı çok yoğun kullanılıyor. Örneğin Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret etmiş kimse yoktur. ‘Sosyal medya’ kanıt sayılamaz; çünkü oradaki hesap sahiplerinin kimlikleri belli değildir. Bununla birlikte iktidar herkese hakaret ediyor. Bunun onlarca kanıtı var.

Vurgulamalıyım ki ‘nezaket dili’ yapaylıkla, içtensizlikle olmaz. Kimse kimseyle dayanışma göstermiyor. Nezaket dili yaşam biçimidir. Dolayısıyla böyle olmalıdır, yaşanmalıdır.  Geleceğe ilişkin umutsuz değiliz. Hepimiz aydınlanmacı kitlenin niteliğini, birikimini, önemini, değerini bilmeliyiz.”

Sürdüğü saatler içinde katılımcı, dinleyici sayısı da artan Dil ve Basın Kurultayımız içtenlikli söyleşilerle, tanışmalarla varsıllaşan ağırlamayla sona erdi. Tüm konuşmacılara, dilseverlere, Çankaya Belediyesi yöneticilerine ve emekçilerine gönül borcumuzu sunarız.

 
BAŞYAZI
ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ
Mart 2024 - 433. Sayı
TÜRKÇE SÖZLÜK
YAZIM KILAVUZU
 
     
facebook twitter